13.3 C
İstanbul
2 Mayıs 24, Perşembe
spot_img

Seyrederdim karabatakları

Karabataklar…

Mevsim kış, Sevdiceğim. Nasıl da güzel yağıyor yağmur bu akşam; üç adım uzağımdaki penceremden sesi, esintisi ve hiç vazgeçemediğim huzuru tenime, kulağıma, zihnime ve nihayet sana bu mektubu yazan ellerime ulaşıyor. Her yağmurda yüreğim yer gök yıkılırken küçücük, güvenli bir kulübe bulup kendini kapatıvermiş bir köpek yavrusu gibi huzur bulur, ezelden beri. Nasıl da uğurladık değil mi bu sene de sıcak, pırıl pırıl güneşli günleri, gün ışığında tatlanmış, ağustos böceklerinin eşlik ettiği uzun kapı önü, balkon sohbetlerini, tahta iskemleleri?

Ama biliyorum; mutsuz değiliz seninle ben, yeniden kavuşmak üzere bir kez daha merhaba derken kışın soğuğuna, beyazına, griliklerine, yünlülerine, yorganlarına, atkılarına, berelerine, eldivenlerine. Sahilleri Allah’a emanet edip betondan kentlerine kışlalarına hafta sonu izninden dönen acemi erler gibi kaşlarını çata çata kendilerini kapatan, yaza gün saymaya başlayanlardan değiliz, seninle ben.

Kışın paydos zili bahçeleri, ağaçları, arabaları, yolları döven yağmur olup çalarken koşa koşa evlerine dönüp kararmış yüzlerle kapananlardan değil, kadim dostumuz, yuvamız, huzurumuz, beklenmedik çiçekler açan bahçemiz olan yalnızlığımıza gülümseyerek merhaba diyenlerdeniz, seninle ben. Belki ağustos böcekleri sustular. Belki tahta iskemleler kış uykusuna yatırıldılar içerilerde bir yerlere; ama o küçük bakkalların, manavların önlerinde, yanlarında sarkıtılmış tek başlarına göz kamaştıran ampuller hala oradalar. Yine kararlılar yüzlerinde ne yaklaşan uykunun ağırlığını ne de kime ne sattığının kaygısını görebildiğin kalender meşrep amcalar son mahalleli yatak odasına çekilmeden evlerine dönmemeye. Bu akşam da yeryüzünün en huzurlu sohbetleri sızıyor kışın, yağmurun kısık seslerine.

Hem hangi sahil daha güzeldi ki benim güleç yüzlü, çarpık bacaklı, sandaletli, şişkocuk çocukluğumun o cennet kıyısından? O lastik topları oynarken denize kaçırdıktan sonra çoluk çocuk arkasına taşlar atarak yaklaştırmaya çalıştığımız, kâh küçük iskelelerin yuvarlak, kalın, paslı demirlerine bağladığımız kâh el kadar kare mantarlara sardığımız misinaların ucuna ıslak ekmek parçalarını tutturup bulanık sularından küçücük, koca ağızlı, koyu gri kaya balıklarını tuttuğumuz, annelerimizin apartmanların balkonlarına bizi denetlemek için çıkıp çıkmadıklarına tedirgin gözlerle baktığımız, birer yalıyken apartmana dönüşmüş, hemen önlerindeki iskelelerin arkasında birkaç otomobillik park yerleri bulunan binalarının kocaman dünyalarımız olduğu, bizi yaz kış bağrından atmayan sahilimizin üzerine gül mü kokladık ki biz mahalle çocukları?

Gülümsediğini görür gibiyim, Sevdiceğim. Evet, o şiir benim de aklımda şimdi. O güleç yüzlü, çarpık bacaklı, sandaletli, şişkocuk çocuk iskelenin hemen yanında park etmiş son arabanın önünde, sahildeki kayalıklarda zaman zaman tek başına oturur, yağmurun gri denizi milyon kere delerek hırpalayışını seyre dalardı.

Seyrederdim yağmuru tek başıma ve tabii, karabatakları…

Ne elimde bir misina ya da lastik top olurdu ne de yanımda Dobo, Cengo, Sinir Ahmet, Sırık Ahmet, Limon Ahmet, Miss Piggy, Tahtabacak Berna, Levent, Ceyar Taner, Tipitip Tamer, Hakan, Müge, Nükhet, Tavukçu Hakan, Casper Temel, Kıl Ümit, Oya ve diğerleri.

Tek başıma seyrederdim karabatakları.

Boyunları dimdik, başları yukarıda, küçücük, simsiyah karabataklar yorulmak bilmeden nasıl da batar, çıkarlardı hemen kıyıya yakın sularda; o çocuk aklımdan her şey sıvışır, gider, çocuk gözlerim onları dikkatle izlerdi. Bir anda batıveren kuşun denizin neresinden çıkacağını merakla beklerdim on saniye, otuz saniye, bir dakika, belki birazcık daha fazla…ve battığı gibi fırlayıverirdi suyun üzerine kestirilemez bir yerde, dimdik boynuyla, başıyla, hızla çırpıp kuruladığı kanatlarıyla. Her batış bir başlangıç, her bekleyiş bir merak, her çıkış bir son ve her batış yine bir başlangıçtı, onlarca kez, yüzlerce kez.

Toprağı bol olsun apartmandaki falcı teyzemizin. Fincanın telvesine çakır gözleriyle şöyle bir bakıp diğer elinden hiç düşürmediği sigarasından bir nefes çekmiş, dumanını üflerken “senin ekmeğin hiçbir zaman buralarda olmayacak oğlum” deyivermişti. Hiç unutmadım, Sevdiceğim.

Eh, küçük istisnalar olsa da öyle oldu. Çocuk gözlerimin o yıllarda hemen önünde, karşısında görüp seyrettiği sahile metrelerce doldurulmuş denizin yerini terk ettiği otoyoldan geçerken baktım geçenlerde. Apartmanlar uzaklarda küçücük kaldılar; iskeleler, birkaç otomobilin park ettiği, bizim çoluk çocuk top oynadığımız küçük sahalar yoklar artık. Bizler, o günlerin çocukları, biliyoruz taşıtların hızla geçtiği geniş yolun lastik toplarımızı kaçırdığımız, kaya balıklarını tuttuğumuz ve tabii karabatakların batıp çıktığı denizimizin mezarı olduğunu. Dalgaların, o denize düşen yağmurların huzur dolu seslerinin yerini taşıt gürültülerinin, sirenlerin aldığını bizler biliyoruz Sevdiceğim, o günlerin çocukları.

Kimdi o, bilmiyorum. Aradım, bulamadım ama “hayat çocukluktan sonra oynanan uzatmalardır” diyene hak versem mi? Kararsızım.

Evet Sevdiceğim, mevsimlerden kış, bir kez daha.

Ne güzel atışırmış şairler kış dendiğinde. Kimisi pek içerlemiş bahara veda ederken: “O baharın bu işte ferdâsı / Kapladı bir derin sükûta yeri / karlar / Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.” diye hüzünlenmiş, haykırmış. Kimisinin keyfi yerindeymiş: “Kardır yağan üstümüze geceden, / Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, / Ormanın uğultusuyla birlikte / Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte / Kar yağıyor üstümüze, inceden.” demiş, gülümsemiş. Biliyorum Sevdiceğim, bizler seviyoruz kışı; o gelip çattı mı yaza gün saymaya başlayanlardan değiliz, seninle ben.

Yuvamız, huzurumuz, çiçekler açan bahçemiz olan yalnızlığımıza gülümseyerek merhaba diyenlerdeniz, seninle ben. Ben ise ömrüme, saçlarıma kışlar üst üste birikiyor da olsa o kıyıda yorulmak bilmeden batan, çıkan boyunları dimdik, başları yukarıda, küçücük, simsiyah karabatakları hiç unutmadım; ve içimdeki o hiç ölmeyen güleç yüzlü, şişkocuk, meraklı çocuk ömür denilen dalgalı denizi yapayalnız oturmuş seyre dalarken payına düşmüş olan her şehirde, her kavuşmada, ayrılıkta, her tutkuda, sevgide, aşkta, her kederde, tasada, hüzünde, her inişte, çıkışta, her zaferde, yenilgide bir batıp bir meçhulde yeniden peyda oluveren birer karabatak görmekten kendini alamadı.

Sen de seyre dalmış mıydın denizinin karabataklarını?

Bir sonraki mektuba dek, lal küpeli kıza, al yanaklı dev adamdan…

1.Mektup

İç içe iki perde

2.Mektup

Hızla uzaklaşırlar…

3.Mektup

Benhur geliyor aklıma

 

Osman Akdemir

Tıp doktoru; kardiyoloji profesörü. Yazmış olduğu dört kitap bölümü ve uluslararası & ulusal dergilerde yayınlanmış çok sayıda araştırması bulunuyor. 2015 yılından bu yana Medya Günlüğü'ndeki Beyaz Önlük köşesinde koruyucu kalp & damar sağlığıyla ilgili makalelerinin yanı sıra, Dikiz Aynası köşesinde tarihle tıbbın kesiştiği geçmişten öyküleri ve mektupları yayınlanıyor.

Osman Akdemir
Tıp doktoru; kardiyoloji profesörü. Yazmış olduğu dört kitap bölümü ve uluslararası & ulusal dergilerde yayınlanmış çok sayıda araştırması bulunuyor. 2015 yılından bu yana Medya Günlüğü'ndeki Beyaz Önlük köşesinde koruyucu kalp & damar sağlığıyla ilgili makalelerinin yanı sıra, Dikiz Aynası köşesinde tarihle tıbbın kesiştiği geçmişten öyküleri ve mektupları yayınlanıyor.

İlginizi Çekebilir

4,757BeğenenlerBeğen
666TakipçilerTakip Et
11,281TakipçilerTakip Et

Popüler İçerikler