Geçen hafta sizlere Hüsnü ile ilgili birkaç anımı aktarmıştım. Bu hafta bu anılara yenilerini ekleyeceğim.
İlki, Almanya’daki bir çalışma kampında tanıştığım Norveçli kız arkadaşım Lisann’la ilgili. 1.82 boyunda sarışın bir kız olan Lisann, üniversitede okuduğumuz yıllarda bir yaz İstanbul’a beni ziyarete gelmişti. Etkileyici bir fiziği vardı. Her gün kendisini İstanbul’un değişik yerlerinde gezdiriyordum. Hatta İzmir ve Kuşadası’na da gitmiştik. Ancak bir gün işim olduğundan Lisann’ı gezdirme görevini Hüsnü’ye verdim. Hüsnü de Lisann’ı alıp Kadıköy taraflarına gitti. Akşam buluştuğumuzda gülerek anlattığına göre gezi esnasında çevreden epey sözlü sataşmaya maruz kalmış. Bunlardan biri de “Abi, bu kızı öpmek için merdiven mi kullanıyorsun?” olmuş.
1977 yılı yaz sonu Avrupa’ya yaptığım bir geziden Türkiye’ye geri döndüğümde, bir daha hiç denize girmediğim için annemle babamı da razı ederek, Hüsnü ile Akdeniz sahillerinde tatil yapmaya karar vermiştik. Eylül sonu üniversite başlamadan hemen yola çıktık ve Side’ye gittik. O zamanlar köy antik Side kentinin üstünde kurulmuş, biraz da batıya doğru taşmıştı. Daha sonra uzun bakir bir kumsal uzanıyordu. Bu kumsalda, biri Turtel’e ait, o zamana göre oldukça modern iki motel vardı. Biz motelleri de geçip kumsalda bir yere sırt çantası ve uyku tulumlarını attık ve geceleri orada geçirmeye başladık.
Bulunduğumuz yere UNIMOG bir araçla bir iki gün sonra Türkiye turuna çıkmış bir grup Alman da gelip yerleşti. Keyifli bir hafta geçirdik. Gece yakılan ateş etrafında Türkiye ve dünya politikası üzerine sohbetler yaptık. Hiç unutmam Almanlar ayrılmadan önce bana “aman politikaya girme, bu ülkede senin gibileri asıyorlar” demişlerdi.
Ancak, o bölgede kamp yapmamızdan, oradaki motellerden birinin sahibi olan Ali Bey hiç memnun değildi. Bir gün bize jandarmaları yollattı. Biz kendilerine kumsalın anayasa kapsamında halka açık olduğunu, kimseye zarar vermeden anayasal hakkımızı kullanarak tatil yaptığımızı anlatınca fazla uzatmadan gittiler. Sahilde içki içtiğimizden dolayı bize müdahale etmeye kalkan vali ya da kaymakam da yoktu o zamanlar. Eski Türkiye işte…
Gece ise bizi başka bir dert bekliyordu. Gece yarısı aynı motel, bizim hemen yakınımızda olduğunu fark etmediğimiz foseptik deşarj borularını açarak, yattığımız kumsala otelin foseptiğini boşaltmaya başladı. Apar topar kirlenmeden oradan uzaklaştık.
Biz Side’deyken, tesadüfen teyzem de Side içerisinde apartmandan bozma bir otelde bir arkadaşıyla tatil yapıyordu. Bir gün Hüsnü ile kendisine ziyarete gittik. Dönüşte de bir dükkandan ekmek arası köfte aldık. Hüsnü köfteye bayıldı ve bir yarım porsiyon daha ısmarladı. “Hayatımda hiç böyle güzel köfte yememiştim” diyordu.
Kumsalımıza döndüğümüzde Hüsnü kulak memelerinden başlayarak kızarmaya ve şişmeye başlamıştı. Hemen cebinde taşıdığı antihistaminiği yuttu. Yanında antihistaminik taşımasının nedeni de, Karadenizli olmasına rağmen, kaderin bir cilvesi, fındığa karşı alerjisi olmasıydı. Aynı zamanda biraya da… Ancak Hüsnü ne fındık ne de bira tüketmişti, o yüzden başka bir şey olmalıydı. Sonradan, o güne kadar hiç yemediği kimyondan kaynaklandığı anlaşıldı. Anlaşılan köfteyi de kimyon nedeniyle beğenmişti. Hayatta yediği ilk ve son kimyonlu köfte Side’de oldu.
Hüsnü üniversiteden mezun olduktan sonra, kimya mühendisliğinde yüksek lisans yapmak için ABD’ye Cincinnati’ye gitti. O yüzden son anlatacağım anılar ABD’den…
Biz de bir yıl sonra ABD’ye okumaya gittiğimizden, bir fırsatını bulup Hüsnü’yü ziyarete gittik. Üniversitesi Afrika kökenlilerin oturduğu bir mahalledeydi. Hüsnü de hem okula yakın hem de kiraların düşük olması nedeniyle aynı semtte bir daire kiralamıştı. Öğrencilik yıllarında para hep sıkıntı yaratır. Hüsnü için de durum aynıydı. Hep “birinin köpeği beni ısırsa da tazminat kazansam” diye espri yapar, sonra da “ama zenci köpeği olmaması lazım, zira fakir olduklarından davayı kazansam da tazminat alamam, boşu boşuna ısırılmış olurum” derdi.
Biz ABD’deyken Şerare de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olmuştu. Ekonomi ağırlıklı İngilizcesini geliştirmek için bir yıllığına ABD’ye gitmek istiyordu. Ama Cincinnati’nin Afroamerikan mahallesinde kalması zor olabilirdi. O yüzden, biz daha sakin bir güney eyaletinde okuduğumuzdan bir yıllığına bize yakın bir okula kaydoldu ve bizde kaldı. Kız kardeşine sahip çıkmamız Hüsnü ve babası için çok değerliydi.
Hüsnü daha sonra Cincinnati’de tanıştığı Vicky ile evlendi, bir kız bir oğlan iki çocukları oldu. Kızından dört yaşında dünya tatlısı bir kız torunu var. Kırk yılı aşkın bir süredir Philadelphia’da yaşıyor.
Ben ABD’den döndükten sonra bir süreliğine Hüsnü ile ilişkimiz o zamanlar iletişim ancak mektupla yapılabildiğinden azaldı. Üstelik ben bir Dünya Bankası projesi için üç yıllığına Adana’ya gitmiştim. Yani Hüsnü ara sıra İstanbul’a geldiğinde de görüşemiyorduk. Ama Adana’da da Hüsnü’yü unutmadık. O zamanlar 2-3 yaşlarında olan oğlumuz Olgun’a küçücük bir kaplumbağa almıştık. Fanus şeklinde bir akvaryumda yaşayan kaplumbağaya da Hüsnü adını vermiştik. Ama ne yazık ki Hüsnü bir gün akvaryum temizlenirken Seyhan Baraj Gölü’ne kaçtı.
Zaman içerisinde Hüsnü önemli şirketlerin üst kademelerinde çalıştı. Bunlardan biri de Fransız devi Saint Gobain’in satın aldığı CertainTeed firmasındaki Ar-Ge’den sorumlu başkan yardımcılığıdır. Burada çatı kaplaması (shingle) üzerine yerleştirilen ince filmlerle güneşten elektrik üretme konusunda araştırmalar yaptı. Kendisine ait tam 157 adet patenti var!
Hüsnü ile bugün de yakın dostluğumuz devam ediyor. Hem sosyal medya üzerinden yazışıyoruz, bazen de görüntülü olarak konuşuyoruz. ABD’ye gittiğimde yolum düşerse kendisine uğruyorum. O da yılda en az bir kere annesini ve Şerare’yi ziyarete İstanbul’a geliyor. O zaman da mutlaka buluşuyoruz. En son bu yıl nisan ayında üç lise arkadaşımızla birlikte Beyoğlu, Galata, Karaköy ve Bebek’te, uzun bir yürüyüş yaparak vakit geçirdik.
Evet, Hüsnü anlatısı böyle. Umarım herkesin Hüsnü gibi birkaç yakın arkadaşı vardır…
Not: Bu yazım önce noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.
Birinci bölümü okumak için tıklayın