Bu yazıda 1980 Askeri Darbe döneminin has evladı HZİ Vakfı hakkındaki bir anımı paylaşmak istiyorum.
Biliyorsunuzdur, ben nöroloji uzmanıyım. Nörolog olmaya tutkuyla gönül verdiğim fakültenin ilk yıllarında en az benim kadar tutkulu bir arkadaşımla hayallerimizi paylaşıyorduk. Kendisine ulaşıp onayını alamadığım için adını alfabenin ilk harfiyle anacağım. Arkadaşım A. ile o günlerde ülkemizde olmayan nörolojinin “nörogenetik” alt alanını kuracak ve öncüleri olarak büyük araştırmalara imza atacaktık. Sonunda ikimiz de nörolog olduk ama tüm gayretlerimize rağmen ülkemizin kısır koşullarından dolayı bu hayalimizin yanına bile yaklaşamadık. Üstelik A. kanser oldu. Hem de 4. evre. Anlayacağınız kanser hücreleri sadece köken aldığı bölgenin komşu dokularını değil bütün vücudunu sarmıştı.
Ölümün kaçınılmaz olduğu bu aşamada hiç görüşmedik. Zaten ayrı şehirlerdeydik, ben ne diyeceğimi bilemediğim ve onun söyleyeceklerine de dayanamayacağım için bir kere bile aramadım. O yüzden de çok suçluluk çektim. Milenyuma geçtikten sonraki günlerden bir gün Tabibler Odası’nın seçiminde karşılaştık. Anlattıklarına inanamadım; 3. evre bir ilaç çalışmasının gönüllüsü olmuş, ilaç işe yaramış ve 4. evredeki kanseri yenerek ölüme nanik çekmişti. Benim payıma da gönlümde çoktan mezara koyduğum arkadaşıma karşı suçluluk duygusu ile kıvranmak düşmüştü.
Benim o dönemdeki suçuma ve suçluluk duyguma A. hiç aldırmadı. “Boş ver şimdi önümüze bakalım” deme yüce gönüllüğünü gösterdi. Doktorluğu bir yana bırakmıştı. Kitap yazıyordu. Ben henüz emekli değildim ama ben de kitap yazıyordum. Nöroloji alanındaki hayallerimiz gerçekleşmediyse de kitap konusundaki hayallerimizi gerçekleştirmek üzere buluşmaya başladık. Sanki hiçbir şey olmamış gibi buluşup yazı çizi konuşur olduk.
Birgün A. yeni bir projeyle geldi. “İkimizin de tanıdığı bildiği çok yaşlı kadınlar var. Ölmeden önce onlarla röportajlar yapıp yayınlayalım” dedi. Hâlâ suçlu hissettiğim için ne istese “evet” diyecek kıvamda olduğumdan hemen “tamam yapalım” dedim. Benim ilk okul öğretmenim Köy Enstitüsü mezunuydu ve yüz yaşına merdiven dayamıştı. Yine doksanlarının sonlarında olan bir tanıdığım Türkiye’nin ilk Kimya Fakültesi mezunlarındandı ve Bursa Sümerbank’ın kuruluşunda çalışmıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına tanıklık etmiş olan ve hâlâ cin gibi olan bu kadınlar anılarını da yazmamış olduklarından, anlatacaklarını kaleme almak harika bir fikirdi. Hemen onlardan başlayalım dedim.
Fikir ona ait olduğundan A. bu projenin patronuydu. Birkaç gün sonra arayıp Muazzez İlmiye Çığ’dan randevu aldım yarın Ataköy’deki evinde bizi bekliyor, dedi. Zaten Bakırköy’de oturduğum için iş çıkışı koşturarak verilen adrese gittim. Çok mutlu olduğunu söze dökerek güler yüzle karşıladı bizi Muazzez Hanım. Bütün söyleşi boyunca da gülümsemesi hiç eksik olmadı.
Beklentimizi karşılar biçimde Cumhuriyetin ilk yıllarından bahsetmeye başladı. Benim yanımda her zamanki gibi fotoğraf makinem vardı, birkaç kare fotoğraf da çektim ama A. yanında bir video kayıt cihazı getirmişti. İzin alması üzerine ben görüşmeyi video olarak kaydetmeye başladım. Muazzez Hanım’a soru yöneltmemize bile gerek kalmamıştı. O günleri büyük bir coşkuyla anlatıyordu. Hani körün istediği bir göz hesabı, hem bilmediğimiz döneme ait pek çok şey dinliyor hem de kayıt alıyorduk. Biz de çok keyiflendik.
Konu elbette arkeolojik buluntular ve kayıtlarıydı. Kocasının bu alanda akademisyen olduğunu, Atatürk’ün emriyle Arkeoloji Müzesi’nin başına geçirildiğini anlattı. Kendisinin aydın bir ailenin kızı olduğunu, ev kızı olarak yetiştirilmediğinden istese de ev işlerini beceremediğini samimiyetle anlattıktan sonra “Kocam da aydın adamdı engel olmadı, beni de aynı müzenin kadrosuna memur olarak aldılar” dedi.
Ben kendisinin de arkeolog ve de akademisyen olduğunu sandığımdan Hitit yazılarını çözümleme işine nasıl girdiğini sordum. Bu soruya epeyce yandan cevaplar verdi. Anadolu’da bulunan bütün yazılı taşlar Arkeoloji Müzesi’ne getirilir, bu yazılar çözümlendikten sonra kendisinin de içinde olduğu bir ekip tarafından müze envanterine geçirilirmiş. Atatürk’ün emriyle Türkiye’ye getirilen bir Hitit yazısı uzmanından falan bahsetti. Bütün bu ve benzeri dolaylı anlatımından anladığımız şuydu ki müzede kendisinin görevi sadece kayıt tutmaktı. Bu kayıt tutma görevini epeyce övünerek anlattı.
Çok şaşırarak kendi ağzından öğrenmiştik ki yıllar boyunca Arkeoloji müzesinde yaptığı tek iş Hititçeden Türkçeye çevirisi zaten yapılmış olan taş yazıtları kayda geçirmekmiş. Sümerce ve de Hititçe bildiğini sandığım Muazzez Hanım’ın bu itirafına çok ama çok şaşırmıştım. Kayıt tutmanın zorluğunu ve değerini küçümsediğimi sanmayın. Yıllar boyunca yaptığı iş büyük bir emek ve sabır gerektiren tarihi bir görevdi elbette. Ancak anlattıkları ve anlatım biçimi yüzünden zekasının sandığım kadar parlak olmadığını da düşünmeme neden olmuştu bu görüşme. Yoksa yaşı yüzünden mi diye düşünüyordum ki asıl bombayı patlattı.
Bizi çok sevmişti. “Ne şirin nörolog hanımlarsınız siz öyle” derken “benim kardeşim de nörologdur, sizi o yüzden de çok sevdim” dedi. Biz şaşırarak kardeşinin kim olduğunu sorduğumuzda yurt dışında yaşadığı için tanımadığımızı anladık. Sonra kardeşinin ne kadar vatansever olduğunu, çok ünlü olduğu Amerika’dan artık tümüyle Türkiye’ye dönmek istediğini, bu amaçla bir vakıf kurduğunu, Amerika’daki çalışmalarını buraya aktarmaya başladığını anlattı. Ancak Türkiye’de onu çekemediklerini, vakfına çamur attıklarını, hatta yetinmeyip Mecidiyeköy’deki vakfın bulunduğu daireyi bile bombaladıklarını anlatmaya başlayınca ikimiz de neye uğradığımızı şaşırdık.
Video kaydı sürüyor, Muazzez Hanım HZİ Vakfı’nın kendileri tarafından nasıl kurulduğunu ve neler yaptığını anlatıyordu. Kardeşinin bu vakfın çalışması için onun hesabına paralar yatırdığını, kendisinin bankadan tomar tomar para çekip devamlı vakfa taşıdığını, buna vakfın şoförlüğünü yapan kişinin tanık olduğunu söyleyerek bizi kardeşinin ne kadar fedakâr biri olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Tomar tomar derken eliyle destelerin yüksekliğini göstererek övünüyor, kardeşinin bu iş için ne kadar çok para harcadığını döne dolaşa büyük bir heyecanla anlatıyordu.
Kardeşinden gelen ve kendi hesabı üzerinden vakfa elden aktarılan onca paranın kardeşinin değil başka odakların gönderdiği paralar olabileceği hakkında en ufak bir şüphesi olduğunu sanmıyorum çünkü bunun kardeşinin vatan millet sevdası yüzünden cebinden verdiği paralar olduğuna çok emin görünüyordu. Zekâsı hakkında asıl kuşkum o emin ifadeleri yüzünden oluşmuştu zaten.
Muazzez Hanım kardeşinin vakfını coşkuyla anlatırken telefon çaldı. Ataköy dairelerini bilenler vardır. Türkiye’nin ilk Batı tarzı iç planına sahip bu dairelerde salonlar giriş bölümüyle açık biçimde bağlantılıdır. Bu yüzden Muazzez Hanımın telefon görüşmesini istemesek de duyuyorduk. Üstelik de konuşurken onu görüyorduk.
“Biz de tam senden ve vakıftan bahsediyorduk ki sen aradın” diyerek bizden bahsetmeye başladığında Amerika tarafından öyle bir fırça geldi ki kadıncağızın tombul beyaz yanakları ateş topu gibi kızardı. Kısa tutulan telefon görüşmesinin ardından koltuğuna geri dönen Muazzez Hanım artık suratındaki ifadeyi bile düzeltemeyecek durumda bambaşka biriydi. Bize de görüşmeyi bitirmek düştü. Apar topar kalktık.
Kapıya çıktığımızda şakındık. Ne beklemiş ne bulmuştuk. HZİ Vakfı’nı ve Aydınlar Ocağı’nın marifetlerini basın sayesinde ikimiz de biliyorduk ama Amerikan bağlantısını da, para kaynağının Amerika olduğunu da doğrusu pek bilmiyorduk. Muazzez Hanım ve kardeşinin bu işin içinde olduğunu ise hiç bilmiyorduk. Daha doğrusu adı geçen adamın onun kardeşi olduğunu bilmiyorduk. Elimizdeki videoya bakıp “ne yapacağız şimdi biz bununla” diye birbirimize sorduk.
Bu vakfın görünür başkanının Muzaffer İlmiye Çığ, perde arkasındaki asıl başkanının kardeşi Prof. Turan İtil olduğunun, HZİ adının bile onların annelerinin adı olduğunun herkesçe bilinmesi bu görüşmemiz ve video kaydı sayesinde olmadı. Çünkü arkadaşım A. elimdeki videoyu “Bende dursun ben yazıya dökerim” diyerek aldı. Makine zaten ona ait olduğu için bu normaldi de “bu videoyu bir televizyon kanalına verip yayınlatmamız lazım” lafıma şiddetle itirazı bence normal değildi.
Ben ne dediysem de “Görmüyor musun kadın saf, ne yaptığını bile bilmeden yapmış. Şimdi o Cumhuriyetin savunusunu yaparken ben onu yıpratacak bir şeyi yayınlayamam, öldükten sonra yayınlarız” dedi de başka bir şey demedi. Gergin biçimde ayrıldık.
Böylece birlikte yapacağımız “Cumhuriyete tanık olmuş kadınlar” projemiz de ölü doğmuş oldu. Arkadaşım o görüşmeyi HZİ konusuna hiç değinmeden Kadıköy’deki bir fanzinde yayınladı ve konu kapandı. (Yıllar sonra “bak kadın ölmüyor, sanırım biz ondan önce öleceğiz” diyerek videoyu sorduğumda, oğluna miras olarak bıraktığını, artık onun malı olduğu için ne isterse yapmaya sadece onun hakkı olduğunu söyledi. Sahiden oğluna verdi mi yoksa beni başından böyle mi savdı bilemiyorum. Umarım bu yazıyı okur da kendisi açıklar.)
Sonrasında ülke yine diktatörlüğe doğru yürüyüşe geçti. Bu kez askeri değil dinci diktatörlük kuruluyordu. Askerler ise muhalefete geçmişti. İktidarı istemedikleri zamanlarda defalarca yaptıklarını bu kez yapmıyor, askeri darbe yapmak yerine sivilleri öne sürerek istemedikleri dinci iktidarı devirmeye çalışıyorlardı. Askerlerin cepheye sürdükleri kadın bayraktarlardan biri de Muazzez İlmiye Çığ idi. “Başörtüsü” ile konuya çok gösterişli bir giriş yaptı, bir daha da çıkış yapmadı. Yaldızlandıkça yaldızlandı, ülke karanlığa doğrı saha kalkmışken o ve benzerleri parlak bir ışıkmış gibi sunuldu…
Hep söylerim gene söyleyeceğim. Beyin dediğin salak organ, sadece tekrarlanana inanır. Bir şey ne kadar çok tekrar edilirse o kadar çok inanılır. “Çağdaş ve aydın Cumhuriyet kadını” sıfatı öyle çok tekrar edildi ki artık Muazzez Hanım İlmiye Hanım olmuş, işin uzmanlarının tek tek yalanladığı tezlerle dolu kitapları, okunmayan kitaplardan oluşan kitaplıkların baş köşesine kurulmuştu…
Bu dünyadan Ayhan Songar, Turan İlter, Muazzez İlmiye Çığ gibiler geldi geçti. Hepsi en has Türkçüydü. (Türk olmakla Türkçü olmak arasındaki farkın, dindar olmakla dinci olmak arasındaki fark gibi olduğuna dikkatinizi çekerim.) Türkçülüğün o kadar cılkını çıkarmışlardı ki sözüm ona çok zeki olanları “Karda yürürken çıkardıkları kart/kurt sesleri yüzünden dağlılara Kürt denmiştir yoksa aslında onlar da Türktür” diye yazacak kadar ileri gitmişlerdi. O kadar zeki olmayanları da Orta Doğu’nun kadim halkı olan Sümerleri Orta Asya’nın kadim halkı olan Türklere bağlayacak kadar haddini aşmıştı. Pagan çağdan evrilip Hristiyanlığa yamanan “Christmas” ağacını bile Türkleştirecek kadar komikleşmişlerdi…
“Ulus devlet adına diğer bütün etnik kimlikleri asimile et, asimile olmayanları da yok et” diyen ideolojinin en hakiki temsilcilerinin dönemi tamamlandı, tek tek ölüp gittiler. Şimdi de onların ezeli düşmanı olarak “ırk yok, ümmet var” diyenlerin yarattığı cehennemde yanıyoruz.
Anadolu’nun gerçek halkına bu cennet toprakları cehenneme çevirmek için sıraya girenlerin tümüne lanet olsun. Ölenlerine de rahmet olmasın.
Lanet ve rahmet gibi dinci kavramlara muhtaç kalan Nevinler de iflah olmasın.
İlimi bilim, İlmiye’yi bilim insanı sananlara da siz ne derseniz o olsun.
Not 1:Bu yazı bir öncekinin devamıdır. Konu bütünlüğü için onu da okumanızı öneririm.
Not 2: Bu fotografı röportajı yaptığımız gün MİÇ’nin Ataköy’deki dairesinde çekmiştim.
İlgili yazı: