1990 yılında bir gün Mecidiyeköy’de bir apartmanın zemin katındaki daire bombalandı.
O zamanın en korkulan sol örgütlerinden biri olan Dev Sol eylemi üstlendi. “Burada yoldaşlarımıza zorla ilaç verip kobay olarak kullanıyorlardı. Uyardık dinlemediler. Biz de mecbur kalıp bu işkence yuvasını yok ettik. İnsanlara zarar vermemek için de bombayı kimsenin olmadığı saatte attık” kapsamında bir bildiri yayınlamışlardı. O zamanlar hem her konuda devletten yana tavır koyan hem de ülkenin yegâne muhalif basını olan Cumhuriyet gazetesi bu konuyu yıllardır işliyordu. Düzenli okuru olduğumdan ben de konuyu oradan biliyordum. Konu HZİ (Hamide-Zekeriya İtil) Vakfıydı.
İlhan Selçuk başta olmak üzere Cumhuriyet yazarları sayesinde bombalanan dairenin HZİ Vakfının yeri olduğunu öğrenmiştik. Bu vakfın “cezaevindeki teröristleri incelemek üzere” kurulduğunu da. Askeri cezaevlerinde tutulan gençlerin bu vakfa götürülüp, EEG denilen cihazla beyinlerinin incelendiği ve kendilerine bazı haplar yutturulduğunu da.
Askeri cezaevi lafına dikkatinizi çekerim. Dönem askeri cunta dönemiydi ve bütün cezaevleri zaten askerlerin denetimindeydi. Çoğu üniversite öğrencisi olan on binlerce genç cezaevlerine tıkılmıştı ve istisnasız hepsine işkence ediliyordu. En acımasız işkence yöntemleri uygulanırken kurbanların ölmemeleri için de gönüllü bazı hekimler işkencecilere en son nerede durmaları gerektiğini öğretiyordu. Hem bu hekimlerin hem de işkencecilerin bir üst akıldan bağımsız çalıştıklarını varsaymak da bazılarının ahmaklığı ya da kasıtlı körlüğüydü.
Türkiye’deki Kürt varlığını ezel ahir yok sayan Cumhuriyet gazetesinin yazmadığı bir diğer ayrıntı da kulaktan kulağa yayılmıştı. Doğulu (Kürt kökenli) olan ama siyasi olmayan mahkumlar da hatta İstanbul’da askerlik yapan doğulu Mehmetçikler de HZİ’nin Mecidiköy’deki merkezinde incelenmekteydi (!) Bu vakfın sadece İstanbul’da faaliyet göstermediği, doğudaki cezaevlerinde de benzer işler yaptığı sonradan ortaya çıktı.
Bu uygulamaya maruz kalan askerlerin ve diğer mahkumların sesleri pek çıkmadıysa da İstanbul cezaevlerindeki solcular dilekçe üstüne dilekçe veriyor, becerebilenler cezaevinin dışına ulaştırabildikleri mektuplarla durumu gazetecilere anlatıyordu. Benim bildiğim sadece Cumhuriyet gazetesi bu konunun üstüne gidiyordu. O zamanlar çok popüler olan haftalık Nokta dergisinde de birkaç yazı çıkmıştı. (Manşet fotoğrafı)
Bu yayınlardan HZİ Vakfını ve marifetlerini öğrenirken başka bir şeyi daha öğrenmiştik. Aydınlar Ocağı’nı. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin Psikiyatri Bölüm Başkanı olan Profesör Ayhan Songar ve Çapa Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniği Profesörü Süleyman Yalçın basta olmak üzere bir grup hekim “Aydınlar Ocağı” adıyla bir araya gelmişti. Her iki profesörün adı basında epeyce konu olduğu için aklımda kalmış ama çekirdek kadroda başka kimler olduğunu pek hatırlamıyorum.
Ana amacı Türklük olan ama Türklükle İslam’ı bir potada yoğurmayı da hedefleyen bu oluşumun sadece hekimler arasında örgütlendiğini duymuştuk. Önce onlarca sonra yüzlerce hekimin bu çatı altında buluşup Türklük sorunlarını çözmek için harekete geçtiği basına yansımıştı. O sıralar sayılarının 600’e ulaştığı, yaptıkları bir yemekli toplantı sayesinde basına yansımıştı ama belki de sayıları abartılıyordu.
Aydınlar Ocağı’nın Türklüğün baş düşmanı saydığı Kürt sorununu (!) çözmek için devletin o zamanki yöneticilerine akıl hocalığı yaptığı, seksenlerin gazetelerinde yazılır, meyhanelerinde bile konuşulur olmuştu. Oysa Aydınlar Ocağı’nın asıl hedefinin, adlarına ısrarla “anarşist” denilen solcular olduğu, HZİ Vakfı hikayesiyle gündeme gelmişti. HZİ’nin CIA güdümlü olduğu da konuşuluyordu…
Modern çağın ilaç çalışmaları birkaç aşamada yapılır. Başka bir yazımda bu aşamaları anlattığım için uzun uzadıya anlatmayayım istiyorsam da çok bilinmediği için biraz söz etmeliyim.
Herhangi bir hastalığa yararlı olacağı düşünülen bir maddenin yararından önce zararı araştırılır. Bu araştırma önce hayvanlar üzerinde sonra da az sayıda insanda yapılır. Bu ilk aşamada, incelenen maddenin çok zararlı olup olmayacağı araştırılır. (Az zararla kastettiğimse ilaç yan etkileri diye bilinen şeylerdir. Tümüyle zararsız yani yan etkisi olmayan hemen hemen hiçbir şey yoktur.) Bu aşamada gönüllü olan denekler hasta değil sağlam kişilerdir. Bu gönüllülere olası zararlar için aldıkları risk yüzünden araştırmayı yapan firma belli bir ücret öder. Bu para sayesinde de toplumun en alt tabakasını oluşturan yoksul ve düşkün olanlar gönüllü olur.
Zararının önemli boyutta olmadığı anlaşıldığında geçilen ikinci aşamada ise beklenen yararı sağlamak için gereken miktar ve süre incelenir. Bunun için faydalanacağı öngörülen hastalar (bu kez sağlam kişiler değil) gruplara ayrılarak farklı miktarda ilaç kullandırılır. Planlanan sürenin sonunda beklenmeyen sorunlar yaşanmamış ve beklenen etkinliğe ulaşabildiği düşünülmüşse 3. aşamaya geçilir.
3 aşamaya geçilebilen maddenin adı artık ilaç olmuştur. Bu aşamada birbirinden bağımsız genellikle de farklı ülkelerdeki merkezlerde farklı yaş, cins ve milliyetten çok sayıda hastaya ilaç verilir. Böylece 2. evrede az sayıda hastada izlenen faydanın geçerliliği incelenir. Bu aşamada söz konusu ilaçtan yararlanacak olan hasta insanların yaşamları riske atılmadığı için, katılımcıları ücret ödenmez ve kobay olarak da isimlendirilemez. Çünkü zaten mevcut ilaçlarla iyileşmeyen şifa aradıkları bir hastalıkları vardır ve ilaç işe yararsa bu hastalığı olan herkesten önce tedaviye ulaşabilmek için kendileri gönüllü olmuşlardır. İyileşmezler ise de bu sonucu kabullenecekleri bir onam formunu baştan imzalamışlardır.
Anlaşıldığı üzere, insanlarda yapılan ilaç çalışmaları sadece gönüllüler üzerinde yapılır. İlk aşamada hastalığı olmayanlar alacakları para için gönüllü (bir anlamda kobay) olurlar oysa sonraki 2 aşamada hastalar yeni bir ilaçla iyileşmek için gönüllüdürler.
HZİ Vakfında ise durumdan haberdar olmayan mahkumlara (ve de muhtemelen Mehmetçiklere) ilaçlar verilmiştir. Kaldı ki bunlara ilaç da dememek lazım çünkü verilenler bu aşamada birer kod ile anılan maddelerdir. Söz konusu maddelere maruz bırakılanlar ne çıkarları karşılığı gönüllü olmuşlardı ne de yeni tedavi beklentileri olan bir hastalığa sahiptiler. İlaç çalışmasına katılmaya rızalarını gösteren onam belgeleri de elbette yoktu. Sadece askeri darbenin ben yaptım oldu koşullarından yararlanan Aydınlar Ocağı’nın sivri aklının kurbanıydılar.
Ücret vererek inceleyecekleri düşkün insanlar yerine HZİ Vakfına cezaevlerinden askerler tarafından taşınan sağlıklı mahkumlarda beleşe inceleme yapmak onlar açısından dahiyane bir fikirdi. Ayrıca siyasi mahkumların “suçlu çünkü akıldan hasta” insanlar olduklarını düşündükleri için, bu ilaçların onları nasıl etkileyeceğini de bilmek istiyorlardı. Böylece bir taşla iki kuş vurmaya niyetliydiler.
Verdikleri ilaçların etkisini izlerken deneklerinin beyin dalgalarını da (EEG: ElektroEnsefaloGram ile) kaydedilip inceliyorlardı. Zorla yuttukları şeylerin (Doğudaki cezaevlerinde iğne yapıldığından da söz ediliyor) ne olduğunu bilmeyen solcuları isyana sürükleyen bir diğer şey de kafalarına bağlanan elektrik kablolarıydı ki konunun tek masum yanı o aletin kendisiydi. EEG aleti beyin dalgalarını kaydederken içeriye herhangi bir şey göndermediği için beyne ya da bedene zarar vermez. Ancak verilen ilaçlar bir yana bırakılsa bile kişinin rızası dışında beynini incelemek elbette insan hakları ihlalidir. Hele ne için yapıldığı ve ne gibi etkisi olacağını bilmeyen bir mahkûma uygulanıyorsa. Hele hele bunlar elektrikli işkencelerinden falan geçmiş mahkumlarsa…
HZİ Vakfında sadece ilaç verilip yaratacağı sonuçlar incelenmiyordu. Siyasi mahkumların kişilikleri de inceleniyordu. Bütün bu incelemeler Cerrahpaşa’nın Psikiyatri Kliniği hocaları Prof. Ayhan Songar, Prof. Adnan Ziyalar, Doç. Ertaç İlkay ve ekibince yürütülüyordu…
16 Mayıs 1985’de (yani HZİ bombalanmadan 5 yıl önce) Türkiye Büyük Millet Meclisinin 100. Birleşimin 1. Oturumunda İçel Milletvekili Ali Ahsan Elgin’in HZİ Vakfının çalışmaları hakkında sorduğu soruları dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Mehmet Aydın yanıtlamış. TBMM arşivinin aynı tarihli tutanaklarında sayfa 374-375’de soruları ve yanıtlarını bulmak mümkünmüş. Bu tutanakları yakın zamanda sosyal medyaya aktaran Prof Dr. Ahmet Demirel’in paylaşımından anladığım şu ki Bakan “Biz konuyu inceledik suç bulamadık, zaten bu iş Cerrahpaşalı hocalar ile HZİ Vakfı arasındadır” diye geçiştirmiş. Konunun o zamanlar Meclis’e taşındığını ben de bu paylaşım sayesinde öğrendim.
Ahmet hoca bu tutanakları niye o zaman aktarmamış diye soranlara, o zamanlar Meclis oturumlarını naklen yayınlayan televizyon kanalı, isteyen herkesin tutanaklara erişebilme olanağı ve bulduklarını yayınlayabilecekleri sosyal medya mı vardı diye karşı soru sormak isterim. O zamanın bazı gazetecileri de yazabildikleri kadarıyla yazıyor ve anlatıyorlardı zaten.
Sonrasında bu işlerin yapıldığı mekânın tahribi ve konunun basında daha fazla yer alması ve askerlerin de artık iktidarda olmaması gibi pek çok faktörle HZİ Vakfı resmen kapanmadıysa da faaliyetleri askıya alınmış olmalı ki konu bir daha pek gündeme gelmedi. Ta ki uzun yıllar sonra sağcı bir eylemci yaptığı bir televizyon söyleşisinde “bu adam benim işkencecimdir” diye Prof. Dr. Turan İlter’i işaret edene kadar. Prof. Turan İlter Amerika’da saygın bir üniversitede çalışan bir nöropsikiatrist idi ve HZİ Vakfının perde arkasındaki isimdi. Adı “işkenceci” olarak bu program yüzünden kayda geçmiş oldu…
Bu konular niye o zamanlar konuşulmadı da şimdi konuşuluyor diye hesap soranların sanırım yaşı yetmiyor. Çünkü seksenlerin ikinci yarısında ve doksanların başlarında çok yazıldı çizildi konuşuldu ama hep ve sadece muhalefet tarafından. Çünkü o zaman da halkta çok büyük bir korku vardı. O zaman da kamplaşmalar vardı. Sonradan kamplaşmanın adı değiştiyse de o günlerdeki adlandırma ile sağcılar ayrı, solcular ayrı yayınları izledikleri için ayrı dünyalarda yaşıyorlardı. Üstelik ülkede olup bitenden o zamanlar da haberdar olmayan epeyce bir insan vardı. Bırakın HZİ Vakfında yapılanları, askeri cuntanın özel köşklerde (!) ve cezaevlerinde uyguladığı işkenceleri, öldürülüp çöp gibi bir kenara fırlatılan gençleri bile bilmeyenler vardı. Ya da üç maymunu oynuyorlardı.
Resmî rakamlara göre seksen darbe döneminde 650 bin kişi gözaltına alındı. 230 bin kişi askerî mahkemelerce yargılandı. 171 kişi cezaevlerindeki işkence sonucunda öldü. Toplam resmi ölümler 300 kişiyi aştı. 48 kişi idam edildi. 1.683.000 kişi fişlendi. Tekrar ediyorum; bunlar sadece resmi rakamlar…
“Asmayalım da besleyelim mi?” kafa yapısı sonraki yıllarda da değişmedi. Sadece eskiden asılan 3 genç, o da kısmi pişmanlıkla, arada sırada konuşuldu. Kanlı 1980’ler ise şirin bir televizyon dizisi ile yıkanıp paklandı ve göz altına alınıp yok edilen yüzlerce genç, işkencelerde fiziksel ve de psikolojik olarak sakat kalan on binlerce genç unutuldu ya da unutulmuş gibi yapıldı…
O dönemde üniversiteli bir genç olarak benim payıma da çok sayıda arkadaşımın ölümüne ya da işkence sonrası çöküntüsüne bizzat tanık olmuşken, bir sıyrık bile almadan o belalı dönemden çıkmanın bir anlamda suçluluk duygusu düştü.
O dönemin has evladı olan HZİ Vakfı ile ilgili benim de çok önemli bir anım var. Onu bir sonraki yazıma bırakarak, diktatörsüz bir gelecek umuduyla şimdilik bitiriyorum…
Manşet fotoğrafı: Derya Bengi X hesabı