Pazartesi, 13 Eki 2025
  • My Feed
  • My Interests
  • My Saves
  • History
  • Blog
Subscribe
Medya Günlüğü
  • Ana Sayfa
  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • İletişim
  • 🔥
  • MG Özel
  • Günlük
  • Serbest Kürsü
  • Köşe Yazıları
  • Beyaz Önlük
  • Mentor
Font ResizerAa
Medya GünlüğüMedya Günlüğü
  • MG Özel
  • Günlük
  • Serbest Kürsü
  • Köşe Yazıları
  • Beyaz Önlük
  • Mentor
Ara
  • Anasayfa
  • Yazarlar
  • Hakkımızda
  • İletişim
Bizi takip edin
© 2025 Medya Günlüğü. Her Hakkı Saklıdır.
Webmaster : Turan Mustak.
Serbest Kürsü

Demokrasinin “yumuşak karnı”

Halil Ocaklı
Son güncelleme: 23 Mart 2025 17:47
Halil Ocaklı
Paylaş
Paylaş

Demokrasi, halkın iradesini yönetime taşımayı amaçlayan bir sistemdir, ancak işleyişinin ne kadar adil olduğu hep tartışılmıştır.

Bu tartışmalardan en çarpıcısı ise, demokrasinin kendi araçlarıyla zayıflatılabilmesi, yani “demokrasi paradoksu” olarak bilinen çelişkidir. Karl Popper’in 1945’te ortaya koyduğu bu paradoks, demokrasinin sunduğu özgürlüklerin bazen bizzat demokrasiyi zayıflatma riskini taşıdığını gösterir. Tarih boyunca, farklı dönemlerde ve coğrafyalarda bu paradoksun çeşitli örneklerine rastlanmıştır.

Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya’da seçimle iktidara gelen Adolf Hitler, demokrasinin sunduğu araçları kullanarak rejimi değiştirmiş, böylece demokrasinin zayıflayarak çökmesine neden olmuştu. Benzer şekilde, Şili’de de demokratik yollarla seçilen Salvador Allende, 1973 darbesiyle devrildi. Ancak bu örnekler, her demokratik yönetimin aynı kırılganlığa sahip olduğu anlamına gelmez.

Demokrasinin bu tür tehditlere karşı dayanıklı olabilmesi için kurumsal güvencelere ihtiyaç vardır. Güçler ayrılığının anayasal güvence altına alınması ve uygulanması, demokrasinin sürdürülebilirliği için temel koşuldur. Yasama, yürütme ve yargının dengeli işlemesi, aşırı yetki birikimini önlerken, hukukun üstünlüğünü ve adil yargılanma hakkını korur. Bağımsız yargı ve hukukun üstünlüğü, yalnızca demokratik istikrarı değil, ekonomik güveni de sağlar.

Ancak, bu dengenin bozulması tam tersi bir etki yaratır. Bağımsız kurumlar zayıflayınca ekonomik ve demokratik düzen zarar görebilir. Güçler ayrılığının zayıflaması, temel hak ve özgürlüklerin ihlaline, yargı bağımsızlığının erozyonuna ve toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesine yol açar. Ne yazık ki, kamu kurumları liyakat yerine sadakate dayalı çalışmaya başlar. Böyle bir süreçte hukuk, adaleti sağlamak yerine iktidarın aracına dönüşür, ülke istikrarsızlık çemberini aşmakta zorlanır.

Özellikle yabancı yatırımcılar, hukukun işlediği ve merkez bankası gibi kurumların bağımsız çalıştığı ülkeleri daha öngörülebilir ve güvenilir olarak değerlendirir. Çünkü hukukun üstünlüğü ve kurumsal bağımsızlık, yatırımcılar için siyasi etkiden uzak, istikrarlı bir ekonomik ortam yaratır. Ancak yalnızca ekonomik güven değil, demokratik istikrar da bağımsız kurumların işleyişine bağlıdır.

Bu nedenle, demokrasinin kendi araçlarıyla zayıflatılmasını engellemek için önlemler almak önemlidir. Bu önlemlerden biri, medya ve sivil toplum kuruluşlarının bağımsızlığını, sivil katılımı, temel insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır. Ayrıca, acilen laik eğitime geçmek ve seçim süreçlerini şeffaf, adil ve uluslararası standartlar çerçevesinde yürütmek de gereklidir.

Demokratik yönetimlerin zayıflaması çoğu zaman hoşgörünün azalmasıyla başlar. İktidara demokratik yollarla gelen kimi liderler zamanla farklı görüşlere hoşgörüsüz hale gelerek çoğulculuğu bastırmaya ve denge-denetleme mekanizmalarını etkisiz hale getirmeye yönelir. Eh, buna da zaten demokrasi denmez.

Bunun yanı sıra, temsili demokrasilerde uygulanan seçim sistemleri de adalet ve eşitlik açısından sorunlar barındırabilir. Bölgesel nüfus farklılıkları, yasama organlarında orantısız temsile yol açarak demokratik katılımın dengesini bozabilir. Bu sistematik sorun, “bir kişi, bir oy” ilkesinin idealde varsayıldığı gibi işlemediğini ortaya sermektedir. 

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) federal yapısı, özellikle Senato’da nüfus farklarından kaynaklanan orantısız temsil nedeniyle ciddi eşitsizliklere neden olmaktadır.

Örneğin, nüfusu 40 milyona yaklaşan California’nın Senato’da iki üyesi varken, nüfusu 500 bin olan Wyoming de aynı sayıda senatöre sahiptir. Başka bir anlatımla, bir California senatörü yaklaşık 20 milyon kişiyi, bir Wyoming senatörü ise 250 bin kişiyi temsil etmektedir. Böylece kalabalık eyaletlerin politik etkisi görece azalırken, küçük eyaletler orantısız bir siyasi ağırlık kazanmaktadır. Ayrıca, 2016 başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton daha fazla oy aldığı halde Trump başkan olmuştu.

Avrupa’da ise ülkeler demokrasiye kendi siyasi gelenekleri doğrultusunda yaklaşır. Bazı ülkelerdeki yüksek seçim barajları küçük partilerin mecliste temsil edilmesini zorlaştırır. Örneğin, İtalya’da Temsilciler Meclisi (Camera dei Deputati) için %4, Senato için bölgesel düzeyde %8 baraj uygulanması temsilde adalet tartışmalarını körükleyen bir uygulamadır.

İngiltere’de de benzer şekilde seçim bölgelerinin büyüklüğü ve temsil oranları sıklıkla tartışma konusudur. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda, İngiltere’ye oranla daha fazla sayıda parlamenterle temsil edildiği için bazı İngiliz seçmenler bu durumu haksızlık olarak nitelendirir. 

Bu arada İngiltere’de yönetim biçiminin cumhuriyet değil, anayasal monarşi olması fakat aslında bir anayasası bulunmaması da ilginç bir ayrıntıdır. İngiltere’de yazılı anayasa yerine, anayasal gelenekler, yasal statüler ve mahkeme kararları gibi çeşitli kaynaklardan oluşan bir “anayasal düzeni” vardır.

Federal sistemle yönetilen Almanya’da, Bundestag (Federal Meclis) üyeleri karma bir sistemle seçilir ve eyalet nüfusu temsil oranını doğrudan etkiler. Buna karşın, Bundesrat (Eyaletler Meclisi) söz konusu olduğunda, 18 milyon nüfuslu Kuzey Ren-Vestfalya ile 1 milyon nüfuslu Saarland neredeyse eşit temsil hakkına sahiptir. Bu da, demokrasinin uygulama biçimlerinin ülkeden ülkeye farklı olduğunu gösterir.

Nitekim, bir ülkenin kendine “demokratik” demesi, gerçekten demokratik bir yönetimi benimsediği anlamına gelmeyebilir. Örneğin, adında “demokratik” ifadesini taşıyan Kuzey Kore, Kongo, Nepal, Cezayir, Etiyopya, Sri Lanka ve Laos gibi ülkelerdeki yönetim biçimlerinin demokrasiyle ne derece örtüştüğü tartışmalıdır. Bu örnekler, demokrasinin yalnızca bir kavram değil, uygulamalarla anlam kazanan bir yönetim biçimi olduğunu göstermektedir. 

Gerçek demokrasi; güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve katılımcı süreçler gibi temel ilkelerin etkin işleyişiyle olanaklıdır. Ancak, ele alınan örneklerin gösterdiği üzere, temsili demokrasilerdeki yapısal sınırlamalar nedeniyle tam anlamıyla eşitlikçi bir adalet her zaman sağlanamayabilir. Bu çelişkili durum, demokrasinin işleyişinin sürekli reforme edilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. 

Ne var ki, demokrasinin reforme edilmesi gereken tek yönü temsilde adalet sorunu değildir. Evet, demokrasi içinde barındırdığı mekanizmalar nedeniyle zamanla kendini zayıflatabilecek, hatta ortadan kaldırabilecek riskler taşır. Bu da onun mutlak anlamda adil bir sistem olmadığını gösterir. Dolayısıyla, demokrasinin sürdürülebilirliği için yalnızca seçim sistemlerini değil, aynı zamanda güç dengelerini de titizlikle değerlendirmek gerekir.

İşte tam da bu noktada kapsayıcı anayasal güvenceler devreye girmelidir. Bu güvenceler hem demokratik düzeni korur, hem de denge ve denetleme mekanizmaları sayesinde otoriter sapmalara karşı dirençli kalmayı sağlar. Bu nedenle, anayasal güvencelerle desteklenen bir parlamenter sistem, demokrasinin sürdürülebilirliği açısından vazgeçilmez bir gerekliliktir.

Görsel: democracyfund.org

Bu yazıyı paylaşın
Facebook Email Bağlantıyı Kopyala Print
YazanHalil Ocaklı
Takip et:
Bayburt'un Sisne köyünde doğdu (1964). Almanya'da gurbetçi bir çocuk olarak büyüdü ve burada Yunan-Roma tarihi okudu. California Berkeley Üniversitesi'nde Proto-Altayca ve Japonca ilişkileri üzerine çalıştı. Bu süreçte Japonya'da Kyushu Üniversitesi'nde bir sömestr geçirdi. Çalışma alanı: Diyakronik (Artsüremli) Proto-Dil Tipolojisi. Türkiye ve ABD'de profesyonel turist rehberliği ve çevirmenlik yaptı, 50'den fazla ülke gezdi. Rodos'ta otel işletmeciliği yaptı. Hindistan'da çeşitli eğitimler aldı. Rusya'da Tver Devlet Üniversitesi'nde çalışırken Olga ile evlendi. Kadim Vedanta felsefesine derin bir ilgi duyuyor. Aksiyon dolu 35 yılın ardından, şimdi Bergamo (İtalya) ve Antalya'nın sade sakinlerinden biri olmaya çalışıyor.
Önceki Makale Çanakkale Savaşı’nda sinekler
Sonraki Makale “Süper casus” öldü

Medya Günlüğü
bağımsız medya eleştiri ve fikir sitesi!

Medya Günlüğü, Türkiye'nin gündemini dakika dakika izleyen bir haber sitesinden çok medya eleştirisine ve fikir yazılarına öncelik veren bir sitedir.
Medya Günlüğü, bağımsızlığını göstermek amacıyla reklam almama kararını kuruluşundan bu yana ödünsüz uyguluyor.
FacebookBeğen
XTakip et
InstagramTakip et
BlueskyTakip et

Bunları da beğenebilirsiniz...

ManşetSerbest Kürsü

Gıda güvenliğimiz tehlikede mi?

Yıldırım Aktuğan
13 Ekim 2025
*Serbest Kürsü

İki sessizlik arasında Orta Doğu

Metin Duyar
13 Ekim 2025
EditörSerbest Kürsü

İnsan adaleti mi doğa adaleti mi?

Tijen Zeybek
12 Ekim 2025
Serbest Kürsü

Erdem, cehalet ve ihtiras

Melek Ay
12 Ekim 2025
Medya Günlüğü
Facebook X-twitter Instagram Cloud

Hakkımızda

Medya Günlüğü: Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, medyanın ve gazetecilerin sorunlarını ve geleceğini tartışmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Kategoriler
  • MG Özel
  • Günlük
  • Köşe Yazıları
  • Serbest Kürsü
  • Beyaz Önlük
Gerekli Linkler
  • İletişim
  • Hakkımızda
  • Telif Hakkı
  • Gizlilik Sözleşmesi

© 2025 Medya Günlüğü.
Her Hakkı Saklıdır.
Webmaster : Turan Mustak

Welcome Back!

Sign in to your account

Username or Email Address
Password

Lost your password?