Son yıllarda ülkemizde şiddet hızla artıyor, özellikle toplumsal cinsiyete dayanan şiddet artık dayanılmaz boyutlara ulaşmış durumda.
Her canlının yaşama refleksleri içinde kendisini koruma amacıyla şiddete başvurma eğilimi olduğu ifade edilse bile insanoğlunun gösterdiği şiddet, çoğunlukla korunma amacıyla değil, başkasına boyun eğdirme ve itaat ettirme amacıyla gerçekleşiyor.
Şiddetin genel tanımı, şiddete uğrayanı tehdit etme, zorlama, özgürlüğe engel olma, fiziksel/cinsel/psikolojik zarar ve acı verme olarak yapılıyor. Fiziksel şiddetin dışında ekonomik ve sosyokültürel şiddet de var; örneğin boşanan kadına nafaka vermemek veya bir iş yerinde aynı işi yapan iki insandan kadına erkekten daha az ücret ödemek de bir ekonomik şiddet ya da kız çocuklarının erken yaşta evlenmeye zorlanması da bir sosyokültürel şiddet sayılır.
Medeni toplumlarda, şiddet uygulandığı anda hukuk devreye girip cezasını verir, zira hukuk, devletin temel yapısıdır ve vatandaşın hak ve ödevlerini belirleyen normlar sistemidir.
Sosyoloji devleti “şiddeti kendi tekelinde bulunduran bir organ” olarak tanımlar, yani devletin dışında hiç kimsenin şiddet uygulama yetkisi yoktur, bireyler şiddet uygulamaya kalktıklarında hukukun engel olması beklenir, bu yazıda devletin şiddeti uygulamaya nereye kadar hakkı olup olmadığını tartışmaya açmaktan ziyade, devletin ve hukukun toplumsal cinsiyete dayanan şiddete karşı duruşuna dikkati çekmek istiyorum.
Toplumsal cinsiyete dayanan şiddet “kadına yönelik erkek şiddeti” demektir, burada şiddete uğrayan “kadın”, şiddeti uygulayan ise “erkek”tir.
Şiddete yönelmenin nedenleri açıklanırken, toplumsal cinsiyet ayrımında biyolojik yapının, fizyolojik farklılığın ve hormonal eğilimlerin, erkeği daha saldırgan, kadını ise daha pasif ve bağımlı olmaya yönelttiği gibi bazı iddialar var. Oysa toplumsal cinsiyet ayrımı biyolojik, fizyolojik ve hormonal farklılıktan ziyade toplumsal bir gelenek sonucu oluşmaktadır, yüzyıllardır süregelen baskıcı ataerkillik anlayışı, kadının üzerinde oluşturulan erkek hegemonyasının en önemli nedenlerinden biridir. Bu durum çocuğun doğum anından itibaren başlar, ailede erkek çocukları, kız çocuklarında daha farklı büyütülür ve ne yazık ki günümüzde hâlâ farkında bile olmadan bunu destekleyen anneler mevcuttur.
Türk insanı olarak ataerkil bir toplumda yaşadığımız inkar edilemez, kadına yönelik şiddet anlayışının hâlâ sürmesinde bu ataerkil kültürdeki kadın erkek ilişkisinin etkisi vardır. Kadını nesnelleştiren ve ona cinsellik üzerinden şiddet gösteren erkeğe çevre koşulları da yardımcı olmaktadır.
Toplumun kadınlar ve erkekler için öngördüğü bazı normlar vardır. Erkeklerde; boy, pos, kas gücü, duruş, belirli beceriler ve hareketler; Kadınlarda ise bakımlı olmak, güzel görünmek, çekici ve sağlıklı olmak, evleninceye kadar bekaretini korumuş olmak, belli sayıda çocuk doğurabilmek, evinin kadını olmak gibi…
Bu normlardan bir diğeri de erkeğe verilen kadını koruma ve sahiplenme rolüdür. Bu rol ile erkek kendisinde kadını sahiplenme ve onun yerine karar verme yetkisini görmektedir. Bunu kendisinde bir hak olarak görmesinin sebebi sadece fiziksel olarak kadından daha güçlü olması değil, bedensel üstünlüğünün yanı sıra, sosyal, siyasal ve ekonomik kaynaklara da kadınlardan daha fazla sahip olmasıdır, oysa bütün bunların temelinde yine ataerkil toplum yapısı yatmaktadır.
Hukukun toplumda vatandaşın hak ve ödevlerini belirleyen kültürel normları oluşturduğunu belirtmiştik, her ne kadar hukuk kadının bazı haklarını güvence altına almış gibi görünse bile toplumsal olarak çoğu kez bu haklar yok hükmündedir.
Hukuk kurallarını yaratanlar ve uygulayıcıları, emniyet güçleri, savcılar ve hakimler hep erkeklerdir, erkek bakış açısıyla hareket etmeleri nedeniyle kadına yönelik şiddetin çoğu zaman mazur görülmesinde bu toplumsal kültürden etkilenmektedir. Eski medeni hukukumuzda üzerine basa basa “ailenin reisi erkektir” ibaresinin bulunması bu anlayışın en basit örneklerinden biridir, o zaman akla basit bir soru geliyor; Nerede kaldı modernlik düşüncesindeki insanların doğuştan eşit ve özgür olduğu savunusu?
Bugünkü iktidarın kadına bakışı da bu hukuksal normlara paralel yürümektedir. AKP hükumeti erkeklerin kamusal alanlarda, kadınların ise ev içinde görülebilir olmasını tercih etmektedir, özetle iktidarın Türk erkeklerinden beklentisi, çalışarak para kazanmak ve ailesini geçindirmek, Türk kadınlarından beklenilen ise evde oturup, iyi ev kadını ve sağlıklı çocuklar yetiştiren anne rolünü benimsemesidir. Kadının okumasındaki tek neden ekonomik gelişimden ziyade çocuklara daha iyi eğitim verebilir hale gelmelerini istemeleridir.
Oysa günümüzde her endüstriyel toplumda olduğu gibi Türkiye’de de işler ve makineler artık erkeğin kas gücünü gerektirmeyecek şekilde tasarlanmaktadır, böylece de çalışma hayatında erkek bedenine ihtiyaç azalmakta ve kadınların üretime daha çok katılması sağlanmaktadır.
Kadınların sokağa çıkması ve kamusal alanlarda daha çok görülebilir olması ile erkeklerde bir takım zihniyet değişiklikleri ve şiddete karşı daha farklı yaklaşımlar olmaktadır.
Dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde eline silah almayı reddeden erkekler bulunmaktadır, bu insanlar askere gitmeyip askerlik hizmeti yerine yaşlılara bakma, çevre projelerinde, temizlik ve yol hizmetinde çalışmaktadır.
Kadınlara karşı erkek şiddetini önlemeye yönelik örgütlerde görev almaya çalışan erkeklerin sayısı artmaktadır, ayrıca bir önemli nokta da erkekleri şiddetten vazgeçirmeye çalışan diğer erkeklerin sayıları da her geçen gün daha da çoğalmaktadır.
Günümüz dünyasında yepyeni düşünceler ile karşı karşıya kaldığımız bir dönemdeyiz. Toplumda ve ailede düzeni sağlama adına, bir cinsin diğer bir cinsi yönetmesine gerek kalmadan yaşandığı, erkeklerin “erkek olmaktan!” vazgeçtiği, çatışmalardan kaçındığı, kadınlara ve çocuklara duygusal yaklaşmaktan korkmadığı bir dönemdeyiz, Türkiye de er geç bu döneme ayak uydurmak zorunda kalacak…