Bir Türk vatandaşı olarak bir süredir Çin Halk Cumhuriyeti’ne turist olarak gitmek zor.
Turistik vize konusu çok sıkıntılı. Çin vizesi alsanız bile, aynı Tibet’e olduğu gibi, sizin Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne gitmenize izin verilmeyebilir. Bunun nedeni Uygurların yıllardır yaşadıkları sorunlar ve Türkiye’nin bu konuda Çin yönetimince taraf olarak algılanması.
2015 yılında Kazakistan’da yaşadığım dönemde yakın bir iş insanı dostumun daveti sayesinde, bugün gidilmesi son derece zor olan bu bölgeyi ziyaret etme ve tarihe tanıklık etme şansım oldu. Çin’de iki yıl yaşamış bir insan olarak bölgenin Çin’in geri kalan kısmından çok farklı yönleri olduğunu gördüm.
Uygurcayı konuşabildiğim için bölgede Uygurlar ve Kazaklarla sohbet ederek yaşadıkları sorunları anlamaya çalıştım. Burada size aktaracağım bilgiler ağırlıklı olarak doğrudan kaynağında yapılan gözlem ve tespitlere dayanıyor.
Önce adındaki anlamdan başlayalım:
Çinliler Xinjiang olarak adlandırıyorlar. Bu sözcük Şincan ya da Sincan olarak okunabilir. Son yıllarda medyamızda Şincan diyenler çıkıyorsa da, dilimize Sincan olarak yerleşmiştir.
Sincan: “Yeni Topraklar”
Çincedeki anlamı “Yeni Sınır Boyu” ya da genişletilmiş anlamıyla “Yeni Topraklar” olarak düşünülebilir. Bu bize pek de sempatik gelebilecek bir ifade değil. Çin’in koloniyalizm döneminden kalma bir adlandırma. Ülkemizde Çince adına tepki olarak, Doğu Türkistan diyenlerin sayısı az değildir. Uygurlar bölgeyi tarihte Altı Şeher olarak adlandırmışlardır. Uygurların çoğunluğu Uyguristan sözünün en doğrusu olduğunu düşünmektedir. Biz yazımızda bugünkü resmî şekli olan Sincan’ı kullanacağız.
“İnsan, komşusunu kendisi seçmez” derler. Bu Türkler için de böyle oldu. Türkler tarih sahnesine bir budun ya da ulus olarak çıktıklarında, yanı başlarında buldukları komşuları Çinliler oldu. Bu komşuluğun yüzyıllar boyu pek de dostça geçtiği söylenemez.
Tarih boyunca Türkler, kurdukları devletlerle, Çin’in çeşitli bölgelerine egemen oldular. Ancak kuşkusuz ki Sincan, Çin sınırları içinde, Türklerin yerleşik düzende en uzun süredir yaşadıkları topraklardır.
Buranın bizim için anlamı elbette tarihî bir Türk yurdu olmasından geliyor. Uygurlar binlerce yıldır bu topraklarda yaşıyorlar. Türk boyları içinde yerleşik düzene geçerek tarım toplumu oluşturan ilk halktır Uygurlar. Dilimizdeki uygar sözcüğü de bu sebeple Uygur sözünden türetilmiştir.
Bölgenin bir diğer önemi ise tarihî İpek Yolu’nun üzerinde bulunmasıdır. Bu yol Hotan ve Kaşgar’dan geçiyor. İpek Yolu’na daha uzun değineceğiz ancak öncelikle Uygur Türklerini daha yakından tanıyalım.
Yazıyı ilk kullanan Türk dillerinden biri Uygurcadır
Türk Dilleri sınıflandırmasında Uygurca, Özbekçe ile birlikte Karluk Grubu ya da diğer adıyla Çağatay Grubu’na bağlıdır. Ben bugüne kadar hiçbir zaman özgeçmişimde Uygurca bildiğimi yazmadım. Ancak çok iyi bildiğim Özbekçe sayesinde Uygurcayı neredeyse yüzde yüz anladım ve konuştum.
Uygurlar teknoloji sözlerini, ilginç bir şekilde Çinceden değil Rusçadan almışlar. Otomobile maşina, trene poezd, tren garına vokzal, televiyona televizor diyorlar. Bu sözler Rusçadan girmiş. Bu durumun da işimi kolaylaştırdığı söyleyebilirim. Çin’e Congguo diyorlar, Çinlilere de Han Zu. Bunların dışında pek Çince sözcük kullandıklarını duymadım.
Uygurlar yazıyı ilk kullanan Türk boylarından biridir. 5. yüzyıldan itibaren Soğd alfabesine dayalı bir yazı sistemi kullanmaya başlıyorlar. Bu yazı sistemi 18. yüzyıla kadar kullanılmaya devam ediyor ve sonra yerini Uygurcanın seslerine uyarlanmış bir Arap yazı sistemine bırakıyor.
Bu noktada bir parantez açarak klasik Moğol yazısının bu eski Uygur alfabesinden uyarlandığını belirtelim. İlginç öyküsü ise kısaca şöyle:
13. yüzyılda Cengiz Han yasalarını yazılı hâle getirerek yayılmalarını ve kalıcı olmalarını sağlamak ister. Ancak göçebe bir toplum olan Moğolların o güne kadar bir yazı sistemi olmamıştır. Kendisinin bulduğu çözüm, esirlerinden yazı yazmayı bilenlerden Moğolcayı yazmalarını istemesi olur. Esirler arasında okuma yazma bilen Uygurlar vardır. Kendi alfabeleriyle Moğolca yazarlar. O yıllarda kullanılmaya başlanan bu alfabe, 1946’da kabul edilen Kiril alfabesiyle birlikte bugün de kullanılıyor. Şimdilerde Kiril alfabesinden tamamen kurtulup eski alfabeye dönüş çabaları olduğu gürülüyor.
Bu arada Çin’de konuşulan ve bir Altay Grubu dili olan Mançuca da bu Uygur alfabesini kullanmıştır.
Uygurca ile yakınlığımıza rağmen kullandıkları Arap alfabesi bizim için bir zorluk oluşturuyor. Yazıları okuyamıyorsunuz. Arapça ya da Osmanlıca okuyabilseniz bile fazla işinize yaramıyor. Çünkü Uygurlar, Arap alfabesini kendilerine göre değiştirmişler. Benimle birlikte olan, Kuran’ı okuyabilen arkadaşım, Uygurcayı tam olarak okuyamadı. Türkiye’de Osmanlıcayı çok iyi bilen bir dostum da okuyamamıştı.
Sonuç olarak, Türkiye’den Sincan’a giden bir kişi, yazıları okumak dışında, sözlü dilde büyük bir sıkıntı yaşamaz. Gündelik basit dilde bir ölçüde anlaşabilir.
Bu arada Uygurca, Çin’in beş resmî dilinden biridir. Bu nedenle 1954 yılından bu yana tüm Çin banknotlarında Uygurca ibareler de yer almaktadır.
Uygurlar, Sincan’ın dışında, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve ülkemizde de yaşıyorlar. Kazakistan ve Kırgızistan’da yaşayan Uygurlar dillerini Kiril alfabesiyle yazarken, Türkiye Uygurları Latin alfabesini kullanıyorlar. Bu durum da dünya üzerindeki Uygurların kültürel bütünlüğünün önünde bir engel oluşturuyor.
Doğal gaz ve petrol zengini
Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki en büyük özerk bölge. Yüzölçümü 1,665,000 kilometrekare (km2). Türkiye’nin tam iki katı büyüklüğünde. Bu toprakların 335.000 km2 kadarlık bölümünü Taklamakan Çölü kaplıyor. Çin’in en büyük çölü.
Çöl olan her yerde olduğu gibi burada da zengin petrol ve doğal gaz rezervleri var. Bölge ekonomisinin %60 geliri bu kaynaklardan geliyor. Çin’in toplam petrol ve doğal gaz üretiminin beşte biri buradan çıkıyor. Boraks ve yeşim taşı bölgenin diğer zenginlikleri arasında.
İdarî olarak Sincan’da, İli Kazak Özerk İli, Kızılsu Kırgız Özerk İli, Sanci Hui Özerk İli, Bayangol ve Bortala Moğol Özerk İlleri bulunmakta.
Toplam 26 milyon olan Sincan nüfusunun, %45 Uygur, %41 Han Çinlisi, %6.5 Kazak, %4.5 Hui ya da Dungan (Müslüman Çinliler), kalanı da Kırgız, Moğol, Salar, Tatar gibi küçük azınlıklardan oluşuyor.
Uygur tarihinden kilometre taşları
Uygurların, Sincan’daki Tarım Havzası’nda çok uzun dönemlerden beri yaşadıkları düşünülüyor. Dilimizdeki tarım sözcüğünün kökeni de bu özel ad. Eski Türkçede tarımak filli dağılmak anlamına geliyor. Bölgedeki akarsuların dağıldığı alana tarım adı verilmiş.
Tarım Havzası’nda ve Taklamakan Çölü’nde, doğal iklim koşulları ile korunmuş 4000 yıla yakın yaşı olan mumyalar bulundu. Bu mumyaların bir kısmı bölgedeki müzelerde sergilenmekte. Bunlar üzerinde yapılan çalışmalarda, bu insanların sarı ırka değil, beyaz ırka mensup oldukları anlaşıldı.
Milattan Önce (M.Ö.) 1800 yılına tarihlenen ve Lolan Güzeli olarak adlandırılan mumyanın beyaz bir kadına ait olduğu anlaşıldı. Tarım Havza’sında bulunan diğer mumyaların da beyaz ırka ait olduğu sonucuna varıldı. Çin Hükümeti bu mumalar üzerinde araştırma yapılmasına izin vermiyor.
Genetik bilimciler arasındaki yaygın kanı, bu mumyaların Batı Avrasya kökenli insanlar olabileceği yönünde. Çinlilerin bu konuda böyle düşünmedikleri biliniyor.
4000 yıl kadar geriye gidemesek bile Göktürk Devleti’nin yıkılmasının ardından Uygur Kağanlığı’nın tarih sahnesine çıktığı bir gerçek. 6. ve 7. yüzyıllarda Hazar Denizi’nden Mançurya’ya kadar olan devasa bir bölge Uygur Kağanlığı’nın hükümdarlığı altındaydı.
Uyguların inançları
Uygurların inanç sistemi 8. yüzyıla kadar Tengrizmdi. 8. yüzyılda Uygur Kağanı Börü Kağan, İran kökenli bir din olan Maniheizmi resmî dinleri olarak kabul etmiştir. Daha sonra İslamiyet’in kabulüne kadar geçen sürede bazı boylar Budizm dinine geçmişlerdir. Sarı Uygur olarak da bilinen Yugurlar bugün de Budizm inançlarını sürdürmektedirler.
Uygur Kağanlığı’nın yıkılmasından sonra, Karahoca Uygur Krallığı 9. yüzyılda ve Karahanlılar Devleti 9. ve 10 yüzyıllarda bölgede hakimiyet sürdüler. Karahanlılar Doğu ve Batı olarak iki kola ayrıldıktan sonra 13. yüzyılın başlarına kadar Sincan’ı yönettiler.
932 yılında İslamiyeti kabul eden ilk Türk Hükümdarı, Karahan Sultanı Satuk Buğra Han olmuştur. Mezarı, Sincan’ın Kızılsu Kırgız Özel İli’nde bulunan Artuş’tadır.
Türk diline yapılan önemli katkılar
Karahanlılar döneminde yaşamış olan önemli bir Türk, Kaşgarlı Mahmut’tur. 1008 yılında Kaşgar’da doğduğu için bu adı almıştır. Türkçenin ilk sözlüğü olan
Divân-u Lügat’it-Türk’ü yazmıştır. Bu kitabın asıl amacı Türkçenin, o dönemde bilim, felsefe ve edebiyat dili olan Arapçadan eksik bir yönünün olmadığını göstermek ve Araplara Türkçe öğretmektir.
Bugün bile çok değerli bir referans kitabı olan bu eser, bir sözlükten çok daha fazlasıdır. Aynı zamanda bir dil bilimi araştırması, etimolojik bir çalışma ve Türkler üzerine yapılmış demografik bir incelemedir. Kaşgarlı Mahmut, bu eseri ortaya çıkartmak için 15 yıl boyunca Türk illerini ve Anadolu’yu dolaşmıştır.
Yine Karahanlılar Dönemi’nde bölgede yaşamış olan bir diğer büyük insan da Yusuf Has Hacip ya da Balasagunlu Yusuf’tur. 1017 yılında, bugün Kırgızistan’da bulunan Balasagun kentinde doğmuş, 1077 yılında Kaşgar’da ölmüştür. En önemli eseri Uygurca yazdığı Kutadgu Bilig adlı siyasetnamesidir. Bugünkü Türkçeye Kutlu Kılan Bilgi ya da Mutlu Eden Bilgi olarak çevirmek mümkündür.
Kitabın adı için kendisi şu ifadeyi kullanır:
“Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum, okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin.”
Kitabı, Karahan Hükümdarı Tabgaç Uluğ Buğra Karahan’a itâfen yazmıştır. Kitabı hükümdarın huzurunda okur. Çok etkilenen hükümdar, kendisine Has Hacip ünvanını verir.
Türk edebiyat tarihinde, ilk siyasetname olarak, ayrıca dönem hakkında aktardığı bilgiler açısından, son derece önemli bir yere sahiptir.
Bölgeye 12. ve 13. yüzyıllar arasında Moğol Kara Kitay Devleti egemen oluyor. Türkçe kaynaklarda Karahitaylar olarak da rastlayabilirsiniz. Ben orijinal adını tercih ediyorum. Başkenti Balasagun olan bu devletin hükümdarlarına Moğolca Gür Han adı veriliyordu. Dilimizdeki Gürhan ve Gürkan isimleri buradan gelmektedir.
13. ve 14. yüzyıllarda, Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Kağan kendi adıyla anılan bir devlet kuruyor. Bu dönemde Uygurların çoğu İslam’ı kabul ederken Moğol hükümdarlar da zaman içinde İslam’a geçmişlerdir.
17. yüzyılın sonunda Buhara’dan Kaşgar’a gelen Nakşibendi Hocaları burada Hoca Hanlığı adında bir İslam Devleti kuruyorlar.
1759 yılında Çinliler bölgeyi işgal ediyorlar. 1859’da Dungan Ayaklanması’nın yarattığı karışılıktan yararlanan Uygurlar, Kaşgar Hanlığı’nı kuruyorlar. Kaşgar, Hotan, Yarkent, Aksu ve Turfan gibi İpek Yolu’nun önemli kentlerini kontrolleri altına alıyorlar. Bu devlet, Uygurların yakın tarihteki ilk bağımsızlık denemeleri. Ancak 1876’da Çinliler güçlü bir saldırıyla bölgeyi tekrar ele geçiriyorlar ve bölgeye “Yeni Sınır” anlamındaki Xinjiang adını veriyorlar.
Yazımızın ileriki bölümünde de göreceğiniz gibi Çinliler, Sincan’ın çok uzun süredir Çin’in bir bölgesi olduğunu iddia ediyorlar ancak tarih böyle söylemiyor.
Gelelim modern zamanlara. Çünkü burada iş daha da kızışıyor.
19. yüzyılın sonunda Çarlık Rusya’sında Tatarlar, Başkurtlar ve Özbekler arasında Ceditçilik (Yenilikçilik) adı verilen PanTürkist bir akım yayılmaktaydı. Bu akım Uygurlardan da önemli destek gördü. Rusya’da bazı Türk halklarının bağımsızlık denemeleri olsa da sonunda ya Bolşeviklerin tarafına geçtiler ya da Bolşevikler bu yönetimleri devirdi.
1933 yılında Kaşgar’da, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (Şerkiy Türkistan İslam Cumhuriyiti) ilan edildi. Cumhurbaşkanı Hoca Niyaz Hacı idi. Ulusal Meclis Başkanı da İsa Yusuf Alptekin idi. Bu ilk bağımsız cumhuriyet girişimi çok kısa ömürlü oldu ve hiçbir ülke tarafından tanınmadı. 1934 yılında Çinli Müslümanlar tarafından yapılan bir saldırı ile yönetim devrildi.
1944 yılına gelindiğinde, Sincan’ın Kuzeybatı bölgelerinde Uygurlar ve Kazaklar birleşerek ikinci kez Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kurdular. Bu devletin adında İslam yoktu. Bu defa arkalarında Sovyetler Birliği’nin desteği vardı. Sincan’ın diğer bölgeleri milliyetçi Kuomintang yönetiminin idaresi altındaydı. Yeni başkent, İli Kazak Vilayeti’ndeki Gulca şehriydi.
İlk cumhurbaşkanı Mareşal Ali Han Türe oldu. Uzun süren müzakerelerin ardından 1946’da Kuomintang ile barış anlaşması imzalandı. Ancak çok kısa bir süre sonra, KGB tarafından Taşkent’e götürüldüğü ve burada 30 yıl süreyle ev hapsinde tutulduğu biliniyor. Bu dönemde Türkistan Kaygısı ve Tarih-i Muhammedî adındaki kitapları yazmış, bu kitaplar ancak 2003 yılında Özbekistan’da yayınlanmıştır.
Uygurlar için tarihin dönüm noktası
Alihan Töre’nin ardından, Ahmetcan Kasım cumhurbaşkanlığına getirildi. Kendisi Sovyetler Birliği’nde eğitim görmüştü ve Stalin’in Adamı olarak tanınıyordu. Sovyet yanlısı bir politika sürdürmesine karşın Stalin’in Mao ile gizli bir anlaşma yapması neticesinde, Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin diğer önde gelenleri ile birlikte bir suikaste kurban gitti. Çin Komünist Partisi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi yetkilileri ile görüşmek için gittikleri Almatı’dan Pekin’e dönen uçaklarının, Baykal Gölü yakınlarında düştüğü bildirildi. Bunun da bir komplo olduğu, yıllar sonra, dönemin KGB generalleri tarafından itiraf edilecekti. Sincan, 1949 yılının sonunda yeni ilan edilen Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir parçası haline getirildi.
Eğer Sovyetler Birliği, Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ne tam destek verseydi büyük olasılıkla kurulan bu devlet aynı Tuva Halk Cumhuriyeti gibi bir süre sonra Sovyetler Birliği’ne katılacaktı. Orta Asya’nın en büyük nüfuslarından birini olan Uygurların da katılımı birlik içindeki Türk halklarının çok daha güçlü hâle gelmesi demekti. Üstelik devrimin ilk otuz yılında Orta Asya ve Kafkaslar’da İslam’a karşı kararlı bir mücadele yürütülmüşken dinlerine çok daha bağlı oldukları bilinen Uygurlar bu mücadelenin başarısını da engelleyebilirdi. Bu riskleri göze almayan Stalin, çözüm yolunu Mao ile anlaşmada bulmuştu. Bu dönemde Stalin’in yerinde Hruşçov olsaydı Uygurların durumu daha farklı olabilirdi. Fakat tarih eğerlerle yazılmıyor…
İkinci bağımsızlık girişimini de dünyada tanıyan bir ülke olmamıştı.
Uygurların bağımsızlık mücadelesi, Türkiye’ye yerleşen Mehmet Emin Buğra, İsa Yusuf Alptekin ve Mehmet Rıza Bekin Paşa liderliğinde yıllarca sürdürüldü.
Günümüzde ABD destekli bir Dünya Uygur Kurultayı var. Başında da, Çin’in ilk milyoner kadını olarak bilinen Rabiya Kadir bulunuyor. Kendisi Çin’de mahkum edildiği için, ABD’de sürgünde yaşamakta.
2009 yılında Urumçi’de yaşanan etnik çatışmalar kısa bir süreliğine de olsa dünya medyasının gündemine oturmuştu. Tibet’i Çin yönetimine karşı bir koz olarak kullanan Batı’nın aklına bir Uygur kartı olduğu da geldi. Dünya genelinde protestolar yapıldı, Çin yönetiminin etnik ayrımcılığı ve azınlıklar üzerinde uyguladığı baskısı eleştirildi. Ancak bu eleştiri ve kınamalar saman alevi gibi söndü ve dünya burada olup bitene bir kez daha sırtını döndü.
Batılı ülkeler ezilen halkların destekçisi gibi bir görüntü sergileseler de, uluslararası diplomasi söz konusu olduğunda sadece kendi çıkarlarını gözetirler. Sorunu o ülkeye karşı bir koz olarak kullanarak ellerini güçlendirmeye ve çıkarları doğrultusunda taviz almaya çalışırlar.
Sincan’ı gezme ayrıcalığına sahip olan az sayıda Türk’ten biri olduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum. Bölgenin gerçeklerini anlamak için gerekli olduğunu düşündüğüm bu kısa tarih bilgisinin ardından bölgede kısa bir gezintiye çıkabiliriz.
Eskiyle yeninin iç içe girdiği Urumçi
Çinliler Vulumiçi diyorlar. Pinyin’de Ürumqi diye yazılıyor. Okunuşu Urumçi. Kent ilk olarak 17. yüzyılda bir Moğol devleti olan Çungarlar tarafından kurulmuş. Bu nedenle adı Moğolcadan geliyor ve güzel yer anlamında.
Urumçi, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti. Dört milyona yakın bir nüfusa sahip. Bugün nüfusun %75’ini Han Çinlileri oluşturuyor. Uygurların oranı ise sadece %12.5.
Guinness Rekorlar Kitabı’na göre tüm denizlere en uzak olan şehir Urumçi’dir.
Kentin tarihî merkezinde, Çinlilerin Erdaoqiao dedikleri Büyük Çarşı bulunuyor. Uygur el sanatlarının her türüne rastlayabileceğiniz, geniş bir alana yayılan bir kapalı çarşı. Burada ipek halılar, kumaşlar, örtüler, bıçaklar, kadınlar ve erkekler için geleneksel Uygur başlıkları, yöresel müzik enstrümanları, yeşim taşından yapılmış sanat eserleri, taze ve kurutulmuş yemişlere kadar pek çok değişik ürünü bulabilirsiniz.
Kentin tarihî bölümünde ayrıca camiler, en üst katına çıkılabilen bir minare ve geleneksel Uygur mutfağından lezzetlerin sunulduğu onlarca restoran var. Ancak kentin bu eski merkezinde bile geçmişten günümüze kalan pek fazla tarihî eser olduğu söylenemez.
Kentin modern bölümü ise diğer Çin şehirlerinden neredeyse farksız.
Çin geleneksel bahçe tasarımına göre yapılmış Hongşan (Kızıldağ) ve Renmingongyuan (Halkın Bahçesi) adlarındaki iki park, hem boş gününüzü değerlendirmek hem de Urumçi’nin panoramasını görmek için ideal yerler.
Urumçi, aynı zamanda Çin’in komşusu olan Kazakistan, Kırgızistan ve Rusya’ya açılan bir ticaret kapısı niteliğinde. Ticareti bir merkezde toplamak için hemen hemen her tür ürünün bulunduğu devasa alış veriş merkezleri yapılmış. Bunlar çok ama çok büyük alanlar ve içleri tam bir labirent. Kaybolmadan dolaşmak çok zor. Girdiğiniz kapıyı tekrar bulabilirseniz şanslı sayılırsınız.
Sincan’ın kalbi Kaşgar
Kaşgarlı Mahmut sayesinde adını dünyaya duyurmuş olan bu kent, dört milyonluk nüfusuyla, Sincan’ın en büyük şehri. Nüfusun %80’i Uygur, %18’i Han Çinlisi. Burada Uygur bölgesinde olduğunuzu Urumçi’den çok daha fazla hissediyorsunuz. Çince adı Kaşi.
Şehrin meydanlarında ya bir cami var ya da Mao’nun dev bir heykeli. Ana meydanda İd Kah Camii yer alıyor. Burası Kaşgar’ın en büyük camisi. Ama kendisi o kadar büyük değil. Bahçesi ve önündeki geniş kent meydanı, bayram namazlarında on binlerle ifade edilen Uygur ve diğer Müslümanlarla doluyor.
Sincan’ın diğer şehirlerinde de olduğu gibi Kaşgar’ın pazar ve çarşıları sizi tarihin içinde bir yolculuğa çıkarıyor. Çarşıların en görsel ürünleri rengârenk tasarımlarıyla ipek kumaşlar ve bu kumaşlardan yapılmış örtü ve giysiler. İpek yolunda olduğunuzu size en çarpıcı bir şekilde hatırlatıyorlar.
Çin’de taksiyle bir adresi bulmanız için elinizde adresin yazılı olarak bulunması gerekiyor. Bu nedenle kaldığınız otelin adres kartını taksi şoförlerine göstermek için her zaman yanınızda taşımalısınız. Ancak bu uygulama Kaşgar, Hotan, Turfan gibi kentlerde pek işe yaramıyor. Bu şehirlerde yabancıların kalabileceği otelleri Çinliler işletiyor. Bu otellerin kartlarında da sadece Çince yazıyor. Oysa bindiğiniz taksilerin şoförleri Uygur ve pek çoğu Çinceyi okuyamıyor. Uygurca bilmesem gideceğim yeri anlatmak imkansız olurdu. Kaldığım otellerin yöneticilerini otel kartlarına adresi Uygurca da yazmaları konusunda uyardım.
Sincan’da dil sorunu yaşayanlar sadece yabancılar değil. Bölgenin yerli halkı olan Uygurlar da dil sorunu yaşayabiliyor. Bu konuda yaşadığım oldukça çarpıcı ve trajik bir olay vardı:
Kaldığım otellerden birine Uygur misafirler geldi. Giriş yapmak için resepsiyona gittiler. Resepsiyonda çalışanların hepsi Çinliydi ve Uygurca bilmiyorlardı. Gelen misafirler de Çince bilmiyorlardı. Bir anlamda kendi ülkelerinde yabancı durumundaydılar. Bu trajik duruma misafirlerle Uygurca resepsiyonla İngilizce konuşarak yardımcı olmaya çalıştım ama resepsiyon görevlileri İngilizce de anlamıyorlardı. Üzülerek yardımcı olamadım. Üzücü olduğu kadar düşündürücü bir durumdu bu. Bir insan kendi ülkesinde nasıl bu kadar yabancı kalabilir?
Çin’in yeşim taşı merkezi Hotan
Hotan şehri de Kaşgar gibi köklü bir geçmişe sahip. 300,000’in biraz üzerindeki nüfusunun %93’ünü Uygurlar oluşturuyor.
Hotan,Taklamakan Çölü’nün tam ortasında bulunuyor. Taklamakan sözü içine girildiğinde bir daha dışarı çıkılamayan anlamını taşıyor.
Hotan’da gezinirken aniden ortaya çıkan fırtına, çölden gelen kumları etrafa savurdu. Nefes almak ve önümü görmekte çok zorlandım. Neyse ki kendimi içeri atacak bir restoran buldum da kurtuldum. Kum fırtınasının ne olduğunu öğrenmek için çöle gitmeme gerek kalmadı.
Hotan’ı dünya genelinde ünlü yapan burada çıkan yeşim taşı. Yeşim taşları, taşın kalitesine, rengine ve büyüklüğüne göre sınıflandırılıyorlar ve çok geniş bir fiyat aralığı sergiliyorlar. Hotan’dan çıkan yeşim taşlarının dünya üzerindeki en yüksek kaliteli taşlar olduğu biliniyor. Bu sektör kentin başlıca gelir kaynağını oluşturuyor.
Hotan Müzesi’nde dünyanın en büyük yontulmamış yeşim taşlarından birini, yeşim taşından yapılan birbirinden güzel sanat eserlerini ve belki de ne önemlisi bölgede bulunan 2500 yaşındaki mumyaları görmek mümkün.
Hotan’da ayrıca yeşim taşı atölyelerini, ipek kumaş ve halıların dokunduğu fabrikaları gezmek olanaklı. Tabii ücret karşılığında.
Çin’in sebze meyve bahçesi Turfan
Uygurlar Turpan, Çinliler Tulufan diyorlar. Yaklaşık 650,000’lik nüfusun %74’ünü Uygurlar oluşturuyorlar.
Ölü Deniz ya da diğer adıyla Lut Gölü’nden sonra yeryüzünün en alçak noktasında bulunuyor. Deniz seviyesinin 154 metre altında. Bu nedenle yılın on iki ayı ılıman iklime sahip. Çin’in sebze ve meyve bahçesi olmasına ek olarak üzüm bağları ve şarap üretimi ile çok özel bir konuma sahip. Burada yetiştirilen üzümler daha çok kuru üzüm olarak tüm dünyaya sevk ediliyor. Yaş üzümde ise Çin’in en yüksek kaliteli üzümü olarak biliniyor.
Tarımda elde edilen bu başarının temelinde ılıman iklimin ötesinde, karız adı verilen yeraltı su kanallarından oluşan sulama sistemi var. Çevredeki dağlarda bulunan buzullardan gelen sular yeraltı kanalları ile tarım alanlarına dağılıyor. Böylece suyun buharlaşarak kaybolması önleniyor ve kendiliğinden geri dönüşümü sağlanıyor. Bu kanalların uzunluğunun beş bin kilometre olduğu hesaplanıyor. Turfan karız kanalları UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor.
Turfanda sözünün buradan kaynaklandığını duymuştum ancak Türk Dil Kurumu sözlüğü kökeni Farsça tervende olarak gösteriyor. Rivayete göre İpek Yolu tacirleri yanlarında çok tatlı kavun ve karpuz getirirlermiş. Anadolu’da satarken insanlar bu lezzetli meyvelerin nerede yetiştiği sorulduğunda da “Turfan’da” diye yanıtlarlarmış. Bu elbette halk etimolojisi olabilir ancak çok mantıksız değil.
Kent merkezindeki en önemli yapı 18. yüzyılda ünlü Turfanlı general Emin Hoca tarafından inşa ettirilen Emin Minaresi. Adı minare olsa da aslında bir cami burası.
Ayrıca Turfan’ın etrafında antik İpek Yolu kentlerinin kalıntıları ve Çinlilerin sıkça ziyaret ettikleri Bin Buddha Mağarası bulunuyor.
Köklü Uygur mutfağı
Köklü bir tarihsel geçmişe ve oldukça zengin bir çeşitliliğe sahip bir mutfaktır. Eski çağlardan gelen Türk yemek kültürü, Müslüman Çinliler olan Huilerin yemek pişirme yöntemleriyle harmanlanmış ve ortaya başka Türk mutfaklarında rastlamadığımız tatlar çıkmıştır.
Kuzu eti Uygur yemeklerinin ana unsurudur. Tüm Türklerde ortak olan şiş kebabı çok yaygındır. Boyut olarak bizdeki çöp şişi andırır. Kimyon ve kişniş ile tatlandırılan çeşitleri vardır.
Kuzu tandır ve tavuk tandır yemekleri de Uygurlara özgü lezzetlerdir.
Yine tüm Türk mutfak kültürünün baş yemeği sayılan pilav Uygurcada polu olarak adlandırılır. Büyük kazanlarda çeşitli baharatlarla kavrulmuş kuzu eti, soğan, havuç ve kuru üzüm ile pişirilir. Ülkemizde daha yaygın olarak tanınan Özbek pilavıyla ikiz kardeştir.
Uygurların en bilinen yemeklerinden biri lagman, Uygurcasıyla legmendir. Bu ad Çince lamian sözünden gelir ve elde açılan erişte ile hazırlanan bir yemektir. Kaynar suda haşlanan erişte, kavrulmuş et ve sebze ile karıştırılır. İsteğe bağlı olarak sulu ya da susuz yenir.
Çinlilerin derin wok tavasında pişirilen kazan kavap (kebap) bol sebze, baharat ve soslarla yapılan bir kuzu eti kavurmasıdır.
Buna benzer tarzda derin tavada kızartılan bir başka yemek de mampardır. Kuzu eti, sebze ve haşlanmış hamur parçalarının kavrulması ile yapılır. Bu yemeğin de sulu ve susuz türleri vardır. Kavurma tarzı yapılana Çince kavrulmuş demek olan çaumien mampar denir.
Bu yemekler genelde bol acılı olur. Bir Uygur restoranındaysanız ve fazla acı yemek istemiyorsanız sipariş verirken belirtmeniz yerinde olacaktır.
Uygurların hamur işleri de çok lezzetlidir. Tandırın duvarlarına yapıştırılarak pişirilen nan bizim bildiğimiz ramazan pidesinin farklı bir türüdür. Genelde sert kabuklu olurlar. Susamlı, çöreotlu, soğanlı gibi birçok değişik çeşidi bulunur.
Yine tandır duvarına yapıştırılarak pişirilen bir başka hamur işi de samsadır. Yuvarlak biçim verilmiş ya da üçgen şeklinde olan içinde kuzu eti, kuyruk yağı ve soğan olan bir börek türüdür.
Meşhur Uygur yemeklerinden biri de göşnandır. Etli ekmek anlamındadır. Geniş tavada kızartılarak yapılan bir etli börek türü olarak düşünülebilir. Şekli benzemese de lezzeti çiböreği andırır. Ondan biraz daha baharatlıdır.
Yine Orta Asya mutfağının bir başka ünlüsü de mantıdır. Bizim bildiğimiz suda haşlanarak yapılan yemeğe çöçüre denir. Çorba gibi bol sulu servis edilir. Üzerine isteğe göre kaymak ya da yeşillik ilave edilir. Mantı adı verilen yemek ise Çince kafa şeklinde anlamına gelen mantou sözünden gelir ve daha büyük boyuttadır. Kaynayan suyun üzerine yerleştirilen bambu kapların içinde buharda pişirilir. Yanında özel acı sosu ile servis edilir.
Uygur yemeklerinin ardından tercihinize göre siyah ya da yeşil çay içebilirsiniz. Geleneksel bir tarz olarak Uygurlar sütlü çay da içerler ve içine biraz tuz ve bazen tereyağı da koyarlar.
Gelişmiş ulaşım, engelli medya ve iletişim ağı
Sincan Bölgesi’nin tamamında çok etkin bir havayolu ve hızlı tren ağı var. Urumçi, Kaşgar, Hotan gibi görece uzak yerlere düzenli uçak seferleri var ama Urumçi Turfan arası gibi yakın mesafelerde hızlı tren daha kolay bir seçenek.
Çin’in tamamında olduğu gibi burada da yazılı ve görsel basına sansür uygulanıyor. VPN kullanmazsanız Whatsapp, Google, Facebook, YouTube, Instagram, Linkedin, X (Twitter) gibi sosyal medya mecralarına erişmeniz olanaksızdır. Ayrıca tamamen kapalı olmayan yabancı medyada yer alan Çin ile ilgili neredeyse tüm haber ve yorumlara erişim engeli uygulanıyor.
Çin’in her yerinde mobese kameraları vardır. Bir belediye otobüsünde tam on bir kamera bulunur. Benim Şanghay’da yaşadığım apartmanın dış kapı, giriş ve asansörlerinde yirmiden fazla kamera bulunuyordu. Bu mobese sistemi yüz ve etnisite tanıma özelliğine de sahiptir. Yüz maskesi kullanılsa bile kişiyi tanımlayabiliyor. Sincan’da kamuya açık alanlarda bulunan kamera sistemlerinin Çin’in diğer şehirlerinden çok daha fazla sayıda olduğu hemen gözünüze çarpıyor.
Ayrıca yaptığınız tren yolculuklarında bölgede çok sayıda askerî alanlar olduğunu da gözlüyorsunuz. Sincan’ın Çin devleti için yüksek riskli bir güvenlik alanı olarak tanımlandığına kendi gözlerinizle tanıklık ediyorsunuz.
Gözle göremediğiniz ise Çin devletinin burada kurmuş olduğu “Mesleki Eğitim Kampları”. Çin hakkında yazılı ve sözlü basın tarafından aktarılan bilgilerin çoğu güvenilir olmaktan uzaktır. Çin’in resmî basın yayın kuruluşları katı bir sansür uygular. Bu nedenle yazılanlar buz dağının görünen kısmı bile değildir. Batı medyası ise karalayıcı, taraflı ve provokatif haberler yayar. Bu nedenle uluslararası medyada çıkan haberlere ben her zaman şüphe ile yaklaşırım.
İnsanlık suçu işleniyor!
Adı geçen kampları kendi gözümüzle görmemiş olsak da ortaya çıkan görüntü ve belgelerin artık Çin tarafından bile resmî olarak kabul edildiğini biliyoruz. Bu iş, ateş olmayan yerden duman çıkmaz boyutunu çoktan geçti. Çin yönetimi, güneşi balçıkla daha fazla sıvayamayacağını anladı. Buna göre de hemen savunma konumuna geçti.
Çin yönetimine göre ortada bir insan hakları ihlali yok ve yapılanlar toplumun huzuru ve güvenliği için. 12 Eylül döneminde ne çok dinledik bu “huzur ve güven ortamının tesisi” teranesini! Terörle hiç bir ilgisi olmayan insanlar işkence görmedi mi, yıllar boyunca zulme uğramadı mı? Teşbihte hata olmaz derler ama buradaki durum teşbihin çok daha ötesinde.
Kültür Devrimi’nde bölgeye adi suçluların sürgün olarak gönderildiği, sonraki yıllarda da bu tutumun sürdürülerek bölgenin demografik yapısının değiştirilmeye çalışıldığı düşünülüyor.
28 Haziran 2020’de Associated Press Ajansı, Çin hükümetinin, ülkede bozulan yaş dengesi yüzünden Han Çinlilerin daha fazla çocuk sahibi olmaya teşvik etmesine rağmen, Sincan’daki Uygurlar ve diğer Müslüman azınlıklar arasındaki doğum oranlarını düşürmek için acımasız önlemler aldığını belirten bir rapor yayınladı. Yapılanların demografik bir soykırım olduğu bile iddia edildi.
Sincan’ın demografik verileri yıllar içinde Uygur nüfusunun toplam nüfusa olan oranın giderek düştüğünü gösteriyor. 1953 yılının nüfus sayımı verilerine göre bölge nüfusunun %6’sı Han Çinlisi %75’i Uygur iken bugün bu oran %42 Han Çinlisi %44 Uygur olarak değişmiş durumda. Buna soykırım demek doğru olmayabilir ama en hafif deyişle bir toplum mühendisliği olduğu görülüyor. Çin’in diğer özerk bölgeleri olan Tibet ve İç Moğolistan’da da benzer durumun yaşandığını da not edelim.
Günyüzüne çıkan gerçekler, insan hakları ihlalinin ötesinde, bir insanlık suçu işlendiğini gösteriyor. Terörü ve radikal aşırılıkları kontrol altına alma bahanesiyle bütün bir halka baskı ve zulüm yapılıyor. Üstelik de halkların eşitliğini ve özgürlüğünü savunması beklenen, adı “sosyalist” olan bir rejim tarafından. Mevcut görüntü, sosyalist ilkelerinin sadece kağıt üzerinde kaldığına, yaşananların faşizan bir etnik temizlik olduğuna işaret ediyor. Çin yönetimi buna “Çin’e özgü sosyalizm” adını veriyor. Marksist kuramda asla kabul edilebilecek bir durum değil. Daha çok nasyonel sosyalizmi çağrıştırıyor.
Batılı ülkelerin ekonomileri Çin’e ileri düzeyde bağımlı bir hâle geldikleri için Çin’e verdikleri tepkiler de kınamanın ötesine geçmiyor. Buna Türkiye’nin tavrı da dahil.
Çin yönetimi ne diyor?
Peki Çin yönetiminin konu hakkındaki savunması nasıl? Yargısız infaz yapılmasına karşıyım. Bırakalım kendi resmî belgeleri konuşsun:
Çin Devlet Konseyi Enformasyon Bürosu’nun Temmuz 2019 tarihli Sincan’da Terörizme ve Aşırılığa Karşı Mücadele ve İnsan Haklarının Korunması başlıklı raporunda aşağıdaki başlıklar yer alıyor:
“Sincan hiç bir zaman Doğu Türkistan olmamıştır. Bölge bin yıllardır Çin’in ayrılmaz bir parçasıdır.”
“Uygur diye bir etnisite yoktur. Moğol bozkırlarında yaşayan Ouigour adı verilen çeşitli göçebe grupları Türk Kağanlığının kölesi durumundaydılar. 788 yılında Bilge Kağan, Çin’in Sui ve Tang Hanedanlıkları döneminde bunları toparlamış ve Tang hükümdarına bu halkların bundan böyle Uygur olarak anılacağını bildirmiştir.”
“PanTürkistler Uygur dilini Türk dili olarak göstererek provoke etmişlerdir. Bir dil ailesine dahil olmak ile etnisite farklı şeylerdir. Uygurlar Türk değildir.”
“Sincan’ın etnik kültürü Çin’in etnik kültürünün bir parçasıdır.”
“İslam, Uygurların tek dini olmamıştır. Tarihte Zerdüştlük, Budizm, Maniheizm gibi pek çok inanca sahip olmuşlardır.”
On dokuz sayfalık raporun sonuç bölümü ise şöyle:
“Sincan, bölgedeki ve ülkedeki tüm etnik gruplara aittir. Kültürel mirasımızı ileriye taşımak ve Çin kültürüne dayalı ortak bir manevî yuva inşa etmek, Sincan’daki herkes dahil olmak üzere Çin halkının ortak sorumluluğu ve arzusudur.
Bu argümanların ardından rapor, M.Ö. 3 bin yılından günümüze kadar bölgede hangi Çin hanedanlıklarının hüküm sürdüğünü gösteren bir liste ile sona eriyor.
İlgilenenler için raporun İngilizce orijinali yazının sonundaki linkte yer almaktadır. (*)
Aynı konsey tarafından 17 Ağustos 2019 tarihi yayınlanan Sincan’da Meslek Eğitimi ve Öğretimi raporundan da bir kaç başlık sunalım:
“Terörizm ve aşırılığın Sincan’da uzun bir tarihi var. 20. yüzyılın başlarından 1940’ların sonlarına kadar “Pantürkizm” ve “Panislamizm”i yayan ayrılıkçı ve aşırı dinci güçler, Sincan’da “Doğu Türkistan” adında teokratik bir devlet kurmaya çalıştı.”
“1990’dan 2016’nın sonuna kadar ayrılıkçılar, aşırı dinciler ve teröristler Sincan’da bombalama, suikast, zehirleme, kundakçılık, saldırı ve isyan gibi binlerce terör eylemi planladı ve gerçekleştirdi.”
“Dinî aşırılığın yayılmasını ve sık sık yaşanan terör olaylarını etkili bir şekilde kontrol altına almak ve sistematik bir şekilde düzeltmek amacıyla Sincan, bazı il ve ilçelerde mesleki eğitim ve öğretim merkezleri kurmuştur.”
“Sözlü ve yazılı Çince konusundaki eksikliklerini gidermek için kursiyerlere özel dil programları sunulmaktadır. Eğitim ve öğretim merkezleri vatandaşların standart sözlü ve yazılı Çince öğrenme ve kullanma hakkını tam olarak garanti eder.”
“Stajyerler aşırı dinciliğin kontrolü altında olduklarından bu merkezler radikalleşmenin önüne geçerek tüm eğitim ve öğretim sürecini entegre ediyor.”
“Dinî aşırılık etkili bir şekilde ortadan kaldırıldı. Sincan’da eğitim ve öğretimin başlamasından bu yana yaklaşık üç yıldır herhangi bir terör olayı yaşanmadı.”
Bu raporun linki de yazının sonunda. (**)
Bu resmî devlet raporları, Çin yönetiminin Uygur halkına ve kültürüne bakış açısını sergileyen belgelerdir. Tarih nereden baktığınıza göre yazılıyor. Bir tarafa göre özgürlük savaşçısı, diğer taraf için terörist oluyor. Ancak bu raporlara dikkatle bakıldığında Çin’in özrü kabahatinden büyük!
Bir devletin terörle mücadele etmesi insan haklarını ihlal etmediği sürece anlaşılabilir. Dünyanın büyük bir bölümünde aşırı dinci akımlara karşı haklı bir mücadele verilmektedir. Ancak terörle mücadele etmek başkadır, bir ulusun binlerce yıllık varlığını yok sayarak kültürünü yok etmek başkadır. 12 Eylül faşizminin Kürt adının kart kurt sesinden geldiği söylemiyle Kürt halkını reddetmesi ve dillerini yasaklaması da farklı değildi. Tarihsel gerçekler çarpıtılarak, yalan yanlış temellere dayandırılan hiç bir söylem kabul edilemez.
Tarihte devlet kuran ilk Türk halklarından biri olan Uygurlar bugün aşırılıklarla mücadele başlığı altında sistematik bir asimilasyona tabi tutuluyor. Bin yıldan eski geçmişine hakaret edilerek yok sayılıyor, tarihten silinmeye çalışılıyor.
Bu arada terörle hiç ilgisi olmayan masum halk da bu baskı ve zulümden nasibini alıyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor.
Çin yönetimi, sapla samanı karıştırmadan insan haklarına saygılı bir şekilde terörle mücadele etse ve Uygur halkını aşağılamak, kültürel varlığını yok etme yoluna gitmese çok daha farklı bir görüntü ortaya çıkabilirdi.
Uygurların içinde bulunduğu bu açmazdan kurtulması bugünkü dünya koşullarında ne yazık ki olanaklı görünmüyor. Uygur halkının çilesinin daha uzun süre bitmeyeceğini düşünmek insanı çileden çıkarıyor.
Yaklaşık elli yıl gibi bir sürede seksen iki ülkeyi gezip gördüm, tanıdım, kimilerinde yaşadım ve hayatımın bir bölümünü geçirdim. Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya, Macaristan, Polonya’da tarihsel değişim süreçlerine tanıklık ettim.
Çin’de iki yıl yaşamış olmama rağmen Sincan’a yaptığım ziyaret bu seyahatlerimin belki de en önemlisi ve en derin iz bırakanıydı. Çünkü tarihin doğrudan tanığı oldum.
Böylesine çok özel olan bir bölgeyi dilediği gibi gezerek görmek, kültürünü ve insanlarını onlarla kendi dillerinde anlaşarak birinci elden tanımak herkese nasip olacak bir şey değil. Başkasının anlattığı gibi değil kendi gözünle gördüğün gibi, kulağınla duyduğun gibi.
Bu ayrıcalık insana bir taraftan mutluluk hissi verirken diğer taraftan bu mazlum halkın uğradığı haksızlık karşısındaki çaresizliğini görmek insanın içini acıtıyor. Üzerinden yıllar geçse de içinizdeki karmaşık duygular dinmiyor. Sanırım tarihe tanık olmak da aslında böyle bir şey…
(*) http://english.scio.gov.cn/2019-03/19/content_74585093.htm
(**)http://english.www.gov.cn/archive/whitepaper/201908/17/content_WS5d57573cc6d0c6695ff7ed6c.html