Diller, insanların duygu, deneyim, bilgi ve düşünceleri paylaşmak için doğal olarak geliştirdikleri iletişim araçlarıdır. Bu araçların her biri kendine özgü ses ve sözcük dağarcığı, dil bilgisi kuralları ve diğer yapısal düzenlemelerle birlikte var olur.
Dillerin kökeni, temel içgüdüleri doyurmaya yönelik eylemlerle sıkı bir ilişki içerisindedir; fakat yalnızca içgüdülerle açıklanamaz. Aç kalmamak için yiyecek aramak ya da soyunu sürdürmek için eş aramak gibi davranışlar ilkel iletişim sistemlerinin ortaya çıkışında etkili olmuş olabilir. Ancak, sosyal etkileşim, iş birliği ve bilgi paylaşımı gibi bilişsel süreçler de iletişimin gelişip çeşitlenmesine katkı sunmuştur.
İlk insanlarda konuşmanın ne zaman başladığına ilişkin kanıt yok, hiçbir zaman da olamayacak. Tarihsel dil bilimde ses tabanlı iletişimin, Homo sapiens öncesine dönemlere uzandığı savunulur. İlk insan topluluklarının zorlu doğa koşulları altında iş birliği içinde yaşama zorunluluğuyla ilişkilendirilen bu sürecin dil evriminin temelini oluşturduğu varsayılmaktadır.
Seslerin ilk doğal iletişim aracı olarak kullanıldığı ve zaman içinde insan dillerinin temelindeki esnek yapıyı oluşturduğu düşünülmektedir. Diğer canlı grupları, sesleri kullanarak insanlar gibi sözlü iletişim becerileri geliştiremedikleri için insan dilinin özgünlüğü bu açıdan daha iyi anlaşılmaktadır.
İnsan dili, esnek ses yapılarına ve bu seslerden örülmüş sözcük dağarcığına dayalı olarak fizyolojik, biyolojik ve sosyokültürel bir altyapı üzerinde şekillenir. Bu sofistike altyapı, her dilin kendine özgü doğasını yaratır ve esnekliği sayesinde sürekli evrilebilir hale gelir. Böylece yeni kavramların, tanımların veya yapısal ilkelerin oluşturulmasına olanak sağlar.
Seslerin dilin temelini oluşturacak şekilde nasıl evrildiği halen tartışmalı bir konu olmakla birlikte, insanların çevrelerini adlandırmak için doğa seslerini kullandıkları görüşü bilimsel çalışmalarla desteklenmektedir.
Japon bilişsel bilimciler Mutsumi Imai ve Sotaro Kita’nın 2014 tarihli “Dil evrimi için ses sembolizmi önyükleme hipotezi” çalışması, dil evrimi araştırmalarına önemli katkılar sağlamaktadır. Sesler ve anlamlar arasındaki korelasyona odaklanan bu hipotez, dilin evrimsel sürecini anlamak için teorik bir çerçeve sunmaktadır.
İlk insanların ses aralığı modern insanınkinden çok daha sınırlı olmasına karşın, doğa onlara çok sayıda taklit edilebilir ses örneğini cömertçe sağlamıştır. Geniş bir ses repertuarının doğadan yansıyan seslerden esinlenerek üretilmesi, dillerin erken gelişimi üzerinde kritik bir etki ortaya koymuştur.
Ses çeşitliliğinin artışıyla birlikte, bilişsel kapasitemizin de genişlediği açıkça görülmektedir. Bu süreç, çevresel sesleri algılamayı, kaynaklarla doğru şekilde ilişkilendirmeyi ve bunları bağlam içinde yorumlamayı içerir. Bilişsel kapasitemizin gelişimi, gelen sesli uyaranlara tepki vermemizi sağlamıştır. Tüm bunlar adeta paralel olarak birbirini tamamlayan ve insanın çevresiyle uyumlu bir şekilde etkileşimde bulunmasını sağlayan önemli gelişmelerdir.
Doğadan yansıyan sesler, besin kaynaklarını bildirme, yön bilgisi sağlama veya duyguları ifade etme gibi farklı amaçlar için kullanılmıştır. Ayrıca, hayvan sesleri klanı potansiyel tehlikelere karşı uyarmak için önemli bir araç olmuştur.
Büyük yırtıcıların kükremesi ya da kurt uluması gibi sesler yaklaşan tehlikeyi işaret ediyordu. Belki de geçmişte insanlar kurt sürülerine karşı kendilerini korumak için kurt uluması taklidi yaparak birbirlerini uyarmışlardır. Bu sesleri duyanlar, muhtemelen acil olarak alarm durumuna geçiyor, kendilerini korumaya alıyorlardı. Buna göre, insanlar çevredeki sesler aracılığıyla hem doğal tehlikeleri algılamış hem de bu sesleri kullanarak koruma stratejileri geliştirmişlerdir denebilir.
İşitme yeteneği, primatlarda ve erken insan türlerinde, hem avcı hem de av rolünde hayatta kalmak için gerekli bir adaptasyon olarak evrimleşmiştir. Yırtıcıları ve çevredeki diğer tehlikeleri algılayıp bunlardan kaçınmak ve kendi avlarını bulup yakalamak, yüksek işitsel duyarlılık gerektiriyordu.
İşitme duyusuyla birlikte ses belleğinin anatomik ve bilişsel gelişimi, erken insanlarda sesli iletişimin ilerlemesini hızlandırmıştır. Bu evrimsel avantajı desteklemek amacıyla seslerin algılanması, tanımlanması ve işlenmesi için beynimizin bir dizi elektriksel ve kimyasal sinyal yardımıyla nöral kodlamaya başvurması gerekmektedir.
Nöral kodlama, beyindeki farklı bölgeler arasında iletişimi sağlar ve işitilen seslere yüklenen anlamın anlaşılmasını sağlar. Matematiksel açıdan şöyle bir benzetme yapılabilir: Aynı dili konuşan insanlar sembolik sesleri formül olarak kullanır ve başkalarının anlamadığı semantik (anlamsal) denklemleri çözerler.
Erken dillerdeki fonetik çeşitliliğin incelenmesi, temel ses örüntülerinin evrimine ilişkin zengin bir araştırma alanı sağlar. Bu çeşitlilik dillerin yapısal gelişiminde çevresel etkilerin, iletişim ihtiyaçlarının ve sosyokültürel farklılıkların bir yansıması olarak biçimlenir. Tüm dillerde var olan ses çeşitliliği, dillerin ayrışmasını ve zenginleşmesini kolaylaştırır.
halilocakli@yahoo.com