“Benim” dediğimiz her şey bir gün bizi sahiplenir mi? Sahiplenme duygusu, sanki doğuştan gelen bir içgüdü gibi hissedilir.
Küçük yaşlarda bile bir şeyi “benim” diye kabul etmemiz içsel bir dürtüdür. Sahip olma duygusu zamanla aidiyet hissine dönüşür. Çocukken, ebeveynlerinde gördüğümüz aitlik duygusunu, oyuncaklarımızda da sahiplenme hissiyle birleştiririz. Sahip olduğumuz şeylerle onlarla bütünleşir ve varlık kazandığımızı hissederiz. Bu sahiplenme olgusu, çocukluktan başlayarak büyüdükçe insana eşlik eder.
Fakat zamanla fark ediyor insan: Sahip olmak, bazen olman gereken şeyden uzaklaştırıyor. Bu içgüdü, büyüdükçe incelmedi; aksine, daha da katılaştı. Ev, araba, para, mevki derken sahip olmanın sınırlarını daha da genişlettik. Yetmedi, insanları da bu çembere dahil ettik. Sevdiğimiz kişileri “benim insanım” diye tanımlamaya başladık. Oysa hiçbir insan bir başkasına ait değildir. İnsan sahiplenilemez; anlaşılabilir, sevilebilir, eşlik edilebilir.
Sahip olmak istediklerimiz çoğaldıkça, içimizdeki boşluklar da büyüdü. Sanki sahip olduklarımızla kendimizi tanımlıyoruz: “Ben buyum, çünkü buna sahibim.” Oysa bu, kırılgan bir kimliktir. Bir gün elinden alındığında, ne kalır geriye? Eğer sen o şeyle varsan…
İnsanları sahiplenmek, belki de en tehlikelisi. Çünkü birini sevdiğimizde, onun bize ait olmasını da istiyoruz. Ne düşüneceğini, ne yapacağını, kiminle görüşeceğini kontrol etmek istiyoruz. Buna aşk, dostluk, ebeveynlik gibi isimler veriyoruz ama altında yatan aynı şeydir. Sevginin gölgesinde büyüyen bir kontrol, zamanla sevginin kendisini yok eder.
Gerçek ilişki, serbest bir akıştır. Bir ağacın gölgesine benzer; orada kalırsın çünkü iyi gelir. Ama kimse seni oraya zincirle bağlamaz. Sahiplenme içgüdüsü ise zincirler üretir; kimi zaman altın, kimi zaman görünmez bir zincir ama hepsi tutsak eder. Hem seni hem de sevdiğini…
Belki de mesele şu: Biz sahip olduğumuzu sandığımız her şeyin bir gün bize sahip olmaya başladığını fark etmiyoruz. Evlerimiz bizi tutsak eder, eşyalarımız yük olur, ilişkilerimiz görev halini alır. Hatta düşüncelerimiz bile… “Benim fikrim” dediğimizde, artık o fikrin esiri olmaya başlarız.
O yüzden, bazen bırakmak gerekir. Sahip olduklarımızı değil, sahip olma arzusunu. Çünkü o arzu doymaz. Hep daha fazlasını ister. Bugün bir eşyayı, yarın bir insanı, sonra bir ideolojiyi,fikri ve sonunda bizi alır elimizden.
Gerçek özgürlük, “benim” diyebildiğimiz şeylerden değil, “bırakabildiğimiz” şeylerden doğar.
Doğaya dikkatle baktığımızda, orada bizim bildiğimiz anlamda bir sahiplenme duygusuna rastlamayız. Toprak, ağaca “Benim köklerimsin” demez. Nehir, içinden geçen suya “Sadece bana aitsin” diye tutunmaz. Güneş ışığını seçmez; dağ ile vadinin, kuraklıkla verimliliğin, çiçekle kurumuş otun üzerine eşit düşer. Doğada her şey birbirine bağlıdır ama hiçbiri birbirine zincirli değildir.
Bir kuş yuvasını yapar, yavrularını büyütür ve zamanı geldiğinde onları bırakır. Yuvaya geri dönüp, “Bu yuva benimdi, neden başkası kullandı?” diye sormaz. Çünkü doğada aidiyet değil, döngü vardır. Bir çiçek, arıya nektar sunar ama onun geri dönmesini beklemez. Arı başka çiçeklere konar, dönerse ne güzel; dönmezse de çiçek kendi varlığında tamdır. Sahip olmayı değil, paylaşmayı bilir.
Ormanda bir ağaç, gölgesini ayırmaz. Altına kim gelirse, ona serinlik sunar. Bir diğer ağaç onun yanında büyüyorsa, onu itmez. Hatta kökleriyle toprağı paylaşır. Besin yarışları olur, evet, ama bu mücadele bir “benim olan” savaşı değil, var olma çabasıdır. Sahiplenmeden yaşanan bir dayanışmadır.
Hayvanlar da doğada alanlarını korur, evet ama bu sahiplenmek değil, hayatta kalmak içindir. Bir kurdun bölgesini savunması, onun egosunu tatmin etmek için değil; soyunu sürdürebilmek içindir. Yarın başka bir kurt gelip oraya yerleşebilir ve doğa buna kızmaz. Çünkü orada hiç kimse “Benim alanım sonsuza kadar benimdir” demez.
İnsan ise farklı. O sahip olduğu şeyi bırakmak istemez. Bir yere ev yapar ve tapusunu ister. Sahip olduğunu belgelemek, yasayla tescillemek, başkalarına göstermek ister. Sevdiği kişiyi bile sahiplenmek ister. “Benim eşim”, “benim çocuğum”, “benim dostum”… Ve sonra o kişi kendi yoluna gitmek isteyince kırılır, öfkelenir. Çünkü doğanın öğretmediği bir duyguyla yoğrulmuştur: tükenmeyen sahiplenme arzusu.
Doğa ise bize sessizce başka bir şey öğretir: Eşlik etmek. Rüzgâr bulutlara eşlik eder ama onları tutmaz. Nehirler taşlara çarpar, ses üretir, ama bir tanesini cebine koyup saklamaz. Güneş doğar ve batar ama göğe bir damga vurmaz. Doğa, geçici olanla barışıktır. O yüzden acı çekmez, hayal kırıklığı yaşamaz. Belki de unuttuğumuz şey şudur: Birlikte yürümek mümkündür, sahip olmadan da… Gerçek huzur, kontrol etmekte değil, serbest bırakabilmekte yatar.
Görsel: erdemkaragoz.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: