Çocukluğumda Erzurum’un o çok soğuk kış günlerinde zaman zaman gittiğimiz, soba ile ısıtılan sıcacık halk kütüphanesinde okuduğum bir Ezop masalında şöyle bir sahne vardı hatırladığım kadarıyla: Arslanların saldırısından kaçan iki geyik suya doğru hızla koşarken, geyiklerin kendilerine doğru geldiklerini gören kurbağalar çok korkarak can havliyle sağa sola dağılır. Onların bu hâlini gören geyiklerden biri ötekine dönerek, “Durumumuz o kadar da kötü değilmiş, bizden beterleri de var ne dersin…” diye sorar.
Doğası gereği mi yoksa öğretildiği için mi öyle olduğu tartışmalı olmakla beraber gerçek şu ki; insan hep daha fazlasını, daha iyisini talep eder. Olduğundan daha yukarıda bir noktada, daha güçlü olabilmek değişmez amacını oluşturur.
Öyle olduğu içindir ki; mevcut durumundan hep bir hoşnutsuzluk duyarken, daha aşağılarda, daha güçsüz olanlara karşı tavrı, bir atletin yarışta geride bıraktığı öteki atletlere karşı olan körlüğüne, kayıtsızlığına benzer, onlar artık geçilmişlerdir ve düşünmeye değmezler.
Ülkemizin hemen her alandaki mevcut sorunlu şartlarından ötürü, her geçen gün artan sayıda insanımız aşağıya bakmadığı, daha kötü durumda olanı göremediği içindir ki, “Burası iflah olmaz, olmayacak” diyerek ülkesinden umudunu kesmekte, ömrünün geri kalanını daha iyi bir yaşam vaat eden yerlerde geçirmeyi düşünmekte, gitme fırsatını bulanlar da gitmektedirler.
Daha kötüsünü, daha ağırını görmüş, yaşamış olan eski kuşaklardan insanlarımıza, bugünkü ahvalimiz kabul edilebilir ülke gerçekleri olarak görünürken, önceki kuşakların yaşadıkları bunalımları yaşamamış, her açıdan öncekilere nazaran çok daha rahat şartlarda büyümüş olan, konforu ve kusursuzluğu vazgeçilmez bir hak olarak genç nesiller ise, ülkenin bu durumunu kabul etmemekte, reddetmekte ve bir çoğu çareyi gitmekte görmektedir ne yazık ki.
Önceki kuşaklara göre daha az yerel ve daha fazla dünyalı olan, dünyada neler olup bittiğini, öteki ülkelerin ne durumda olduklarını daha iyi görebilen, sınırlar üstü düşünen, küresel bir bakış açısına sahip bulunan genç insanlarımızın baktıkları yerden bakabilmek, tam olarak onların gördüklerini görebilmek, bizler için mümkün değil elbette.
Onların bu tavırlarını yargılamak ve zayıflayan aidiyetlerini eleştirmek de doğru değil tabii ki. Ancak tam da bu noktada sorulması gereken bir soru var kanımca: Başka seçenek var mı?
Olmalı ve de var; burada kalarak bizi rahatsız eden, üzen hatta kahreden çarpıklıklara karşı kendi çapımızda mücadele vermek, her ne yapıyorsak doğru ve anlamlı bir biçimde yapmak, yapılması gerektiğini düşündüğümüz şeyleri bizzat kendimiz yapmaya çalışarak, şikayet ettiğimiz şeylerden uzak durmak, tıpkı hasta bir bünyede az sayıda bulunan ama çoğalarak bünyeyi iyileştirmeye çalışan sağlıklı hücreler gibi olabilmek de bir seçenek değil mi?
Kaldı ki; o gidilmek istenen ülkelerin de güllük gülistanlık olmadığı, ekonomik rahatlığın garanti ve sonu gelmez olmadığı, bizimkiler kadar ağır olmasa da türlü sorunlarla uğraştıkları keskin görüşlü gözlerden kaçmamaktadır.
Daha sakin sularda seyretse de, yabancı bir geminin ikinci sınıf bir yolcusu olmak mı, yoksa çok daha dalgalı sularda yüzse de kendi gemimizin birinci sınıf yolcusu olmak mı?
Ben ikincisini tercih ederim…