Bir televizyon programında Zülfü Livaneli’den duymuştum. O ve Yaşar Kemal Stockholm’de otobüs ile bir yere giderken bir durakta yolcu aldıkları sırada Livaneli duraktaki İsveçli bir gencin Yaşar Kemal’in İnce Mehmet romanını okuduğunu görür ve Kemal’e gösterir. Yaşar Kemal gence el sallar, genç de kafasıyla selamı alır. O genç muhtemelen hiçbir zaman bilemeyecek o okuduğu romanın yazarının kendisine bir belediye otobüsünden el salladığını…
Stockholm’de yaşadığım dönemlerde Yaşar Kemal’e hiç denk gelmedim ama başka bir ünlü edebiyatçı Mehmet Uzun’a birkaç kere denk gelmiştim. Bir süre önce HDP İzmir bürosuna bir saldırı yapıldı ve maalesef genç bir kız katledildi. Bu olayın meydana geldiği sırada sosyal medyada haberleri takip etmeye çalışırken önüme Mehmet Uzun’un şiiri düştü.
Şöyle demiş Mehmet Uzun şiirinde:
Ben İyiyim.
Sen memleketten haber ver.
Hala öldürüyorlar mı, Esmer yüzlü çocukları,
Eşkıya diye!
Mehmet Uzun ilk Kürtçe romanın yazarı. 1977 yılında siyasi sebeplerle Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı ve hayatının büyük bir kısmını İsveç’te geçirdi. İsveççe, Kürtçe ve Türkçe eserler verdi Uzun. İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliğinin yanı sıra PEN kulüplerinde görev aldı. Uluslararası birçok ödülü de bulunuyor.
1990 yılında Stockholm’de Orta Doğu kitabevi isminde bir küçük kitapçı/Kafe vardı. Türkiye’den siyasal sebeplerden dolayı oraya gelmiş birisi tarafından işletiliyordu. İsveç’in soğuk kışlarında içeriyi ısıtan bir soba ve üstünde demlik her daim olurdu. Bol miktarda Türkçe kitap vardı hem orada okumak hem de satın almak için. Bazen yaprak sarma ya da birkaç dilim baklava eşlik ederdi çayın, meşrubatın yanına. Her şeyden önemlisi orada muhabbet olurdu. Gençler yine mi, “Buralar eskiden dutluktu”ya bağlayacaksın diyecekler ama… O dönem kitap sipariş verebilecek bir web sitesi yok, uydu yayınlı Türk televizyonları yok, Almanya’da basılan günlük Türkçe gazeteler İsveç’e iki ya da üç gün sonra ulaşır. Öyle bir dönemde, bahsettiğim kafe ve muhabbetler can suyu gibi olurdu.
Ben 12 Eylül cuntasının ardından 1983 seçimleri ile iktidara gelen Özal döneminde üniversite okumaya başladım. Cuntanın getirdiği siyasal ortam Özal döneminde de devam ediyordu. Siyasal özgürlükler yoktu, 12 Eylül öncesi dönemin paranoyası sebebi ile üniversiteler öğrencisi ve öğretim üyeleri fark etmeksizin özel olarak izleniliyordu. Bu ortamın bizde yarattığı travma ister istemez bir korku ve çekingenliğe sebep oluyordu. Yıllar sonra Stockholm’de o kafeye ilk adımımı attığımda o çekingenliğin üzerimde yarattığı ruh halini hiç unutmuyorum. Siyaset konuşurken sanki yasadışı bir şey yapıyormuş hissiyatı oluşuyordu. Fazla da konuşmuyordum zaten.
Siyasal mücadele sebebi ile çekmiş oldukları sıkıntıları atlatmış o insanlar İsveç’in onlara vermiş olduğu demokratik özgürlük ortamının keyfini sürüyorlardı. Hatta kendileri ile dalga geçer durumdaydılar. Çay yeteri kadar demli değilse, “Bir sosyalist devrim bile yapamayan adamlara çay demletirsen böyle olur” diye takılmalar, “Devrimden sonra ulaştırma bakanı olacaktı şimdi Stockholm’de taksi sürerek ulaştırmaya katkıda bulunuyor” gibi esprileri duyardınız onlardan. Bir gün Mehmet Uzun’a ismini hatırlayamadığım bir kitabı okuyup okumadığı sorulduğunda, “Ben yazarım, okumam” dedi. Sonra gülüşmeler falan. Bu cevabın aralarında özel bir anısı varmış, başka zaman anlatırım.
Fakat ortamın tüm özgürlük ve serbestliğine rağmen hemen herkes sanki o ilk paragrafa eklediğim şiir gibi, o soruyu soruyordu: “Ben İyiyim, sen memleketten haber ver…” Uğur Mumcu’nun öldürülmesine hep beraber orada üzüldük, kaygılandık, Madımak’ta sanatçıların, aydınların yobazlar tarafından yakılmasına yine o yaban ellerde ağladık. Terörün yasını yine beraber tuttuk oralarda. Tabir yerindeyse “Yaprak döküyordu bir yanımız, bir yanımız ise bahar bahçe.” Sonuçta kimse kendini sırça köşkte hissetmiyordu. Memleket düzelmeden siz de tam anlamı ile düzelemiyorsunuz. Sonuçta dünyanın hangi coğrafyasına gidersiniz gidin ülkeniz arkanızdan geliyor, hepimiz aynı gemideyiz klişesi var ya, aynen o işte.
Siyasi iltica taleplerinin yanı sıra son on yılda en çok artış gösteren nitelikli göçmen grubu. Özellikle Almanya Türkiye’den Avrupa’ya oluşan nitelikli insan göçünde ana varış noktalarından birisi. “Neden Almanya” dediğimiz de yine arkanızdan gelen memleket olgusu ortaya çıkıyor. Bu konuda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ayhan Kaya Deutsche Welle’ye verdiği röportajda şöyle anlatmış bu olguyu: “Almanya’daki Türkiye toplumunun varlığı bu ülkenin tercih edilmesinde önemli rol oynuyor.” Kaya, bu durumun uluslararası göç teorilerinde sıklıkla kullanılan “Toplumsal Ağlar Teorisi”yle açıklanabileceği görüşünde. “Göçmenler kalifiye olsunlar veya olmasınlar genellikle var olan birtakım toplumsal ağları takip ederek kendi göç güzergâhlarını belirlerler. Almanya, 1960’lı yıllardan bu yana Türkler için Avrupa’dır” diyen Kaya, özellikle Berlin’in eğitim olanaklarının fazlalığı, çok kültürlü, kozmopolit ve zengin kültürel hayatıyla gençleri çektiğini ifade ediyor. Kaya’ya göre, bu kentteki Türk varlığı da gençlerin son yıllarda Berlin’e göçünü etkileyen en önemli nedenlerin başında geliyor.
Yine aynı yazıda Almanya’da bir otomotiv firmasının otonom sürüş sistemleriyle ilgili bir projesinde çalışan Selim Özgen, konu ile ilgili olarak yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, yakınlarını ve sevdiklerini geride bıraktığı için “İyi ki gelmişim” demenin de çok zor olduğunu ifade etmiş.
Ünlü Yunan şair Konstantinos Kavafis’in çok bilinen bir şiiridir “Şehir.” Ben de çok ama çok severim. Benim bir köşe yazısında anlatmaya çalıştığımı 10-12 dizede anlatıveriyor usta edebiyatçı.
Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde de.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.