Coğrafyamızın bir gerçeği olan ama bizim kabullenmekte inat ettiğimiz bir doğa olayı deprem. Her depremde aynı hataları tekrarlayıp aynı klişeleri kullanmaktan bir türlü vazgeçmiyoruz. O yüzden ben de eski bir yazımın girişini kullanarak bu geleneğe uyayım…
Depremler yaşadığımız coğrafyanın kabul etmek zorunda olduğumuz ve engellenemez bir gerçeği. Üzerinde yaşadığımız Anadolu sadece modern çağlarda değil tarihin her döneminde depremlere maruz kalmış bir bölge. Bunların kimisi o kadar yıkıcı olmuş ki, medeniyetlerin, şehirlerin yazgısını değiştirmiş.
Kendimi şanslı kabul ettiğim konulardan birisi hiç deprem yaşamamış olmamdır. Çeşitli zamanlarda depremlere maruz kalmış dostlarım yaşadıklarını anlattıklarında hep ne kadar talihli olduğumu düşünürüm. Ama sadece sizin başınıza gelip gelmemiş olması bir yerden sonra önemini kaybediyor. Bir deprem haberi geldiğinde orada olması muhtemel sevdikleriniz aklınıza geldiğinde, hele bir de kendilerine ulaşmada zorluk çekiyorsanız çok kaygılanıyorsunuz. Ve bu endişenin yarattığı ruh hali de sizi gerçekten kötü etkiliyor.
Bu kötü ruh hali herkeste farklı biçimde gösteriyor kendisini. Kimisi yas tutup sessizleşirken, kimisi tam aksine çok aktif ve heyecanlı bir şekilde faydalı bir şeyler yapabilme telaşı ile bu kederini bastırıyor. Kimileri ise bu acıları bir suçlu bularak onun üstünden yatıştırmaya çalışıyor. Bir nevi Tevrat’taki günahların üstüne yüklenip sonra uçurumdan atılan “günah keçisi” gibi.
Birçok insanda ya da toplumda başarısızlıklar ve başa çıkılamayan sorunlar için bir düşman yaratıp onu sorunların ana sebebi olarak kabul etme eğilimi vardır. Coğrafyamızda genellikle “dış güçler” olur bu sebep. Bazen de bu düşman olayların asıl sebebi değildir ama kendi hataları ve eksiklikleri ile yüzleşmeye korkanlar, olayların gerçek sorumlusuna söz söyleyemeyenler tüm şikayetlerini, kızgınlıklarını bu düşmana aktararak rahatlarlar.
Afet bölgesinden son günlerde Suriyeli göçmenlere yönelik birçoğu yalan, bazıları doğru yağma haberleri sosyal medyaya yansıyor. İllaki her toplumda olduğu gibi onlar arasında da çürük elmalar vardır. Ama bu konuda bir ön yargı yaratıp genelleştirmek toplumsal huzuru sağlamada bir fayda sağlamayacağı gibi, aksine kutuplaşmayı da arttırır ve gerçek sorunların üstünü örter.
Açıklanan rakamlara göre ülkemizde 4 milyona yakın Suriyeli yaşıyor, toplam nüfusumuzun yaklaşık %5’i. Bu kadar yoğun bir rakam varken ortada acaba kaçımızın Suriyeli bir arkadaşı var? Benim sadece bir tane vardı. Ailesi savaş döneminde Suriye’den kaçmış Hatay’a yerleşmiş. Kendisi de okula giderek eğitimini tamamlamış, ana dili olan Arapça ile hastanede tercümanlık yapıyordu. Aynı zamanda turist rehberliği eğitimi alıyordu. Kendisi ile rehberlik eğitim gezisinde tanıştım. Hepimizin sunum yapacağı konular vardı. Kendisine konusunu sordum, söyledi. Sonra da, “Abi ben yabancıyım ya, gülmezsiniz değil mi, sizler gibi anlatamam belki” dedi. Gezinin ismi eğitim gezisi, hepimiz eksiklerimizi gideriyoruz öğreniyoruz, dedim, hocamız da aynı şeyleri söyleyince rahatladı. Çok da güzel bir sunum yaptı. Rehberlik belgesini alınca mutlulukla aradı. Bir tane Suriyeli arkadaşım vardı Ukba Alhomsi, onu da depremde kaybettim.
Aristoteles Eudamos’a Etik isimli eserinde şöyle der:
“Adaletin ne olduğunu bilmeniz sizi adil yapmaz, nasıl sağlıklı bir vücudun nasıl olduğunu bilmenizin sizi sağlıklı yapmayacağı gibi. Bu edemler yaşam pratiklerine dökülmedikçe var olmazlar.”
Artık adaletin, merhametin, cesaretin, çalışkanlığın, eşitliğin ne olduğunu biliyoruz diye kendimizi adil, merhametli, cesur, çalışkan ve eşitlikçi olarak kabul etmekten vazgeçelim. Adil, merhametli cesur, çalışkan ve eşitlikçi olalım.