Emre Dilek
Sene 1993 Ocak ayı, yer Stockholm, lapa lapa yağan kar bazen sert esen rüzgarla tipiye dönüşüyor. Bir yandan soğuk diğer yandan da yüzümü acıtan o tipiye rağmen iş yerimin olduğu durakta değil de bir durak önce iniyorum her gün. Çünkü orada bir gazete bayi var. İnternetin olmadığı devirler Türkiye’yi Almanya’da basılan ve bize 2 gün sonra gelen Hürriyet gazetesinden takip edebiliyorum ancak. Cebime koymadan önce gazeteyi bakıyorum göz ucuyla başlığa. Uğur Mumcu’yu öldürmüşler.
Bugün bile hatırlıyorum o anda hissettiğim üzüntüyü. Bugün geldiğimiz noktayı uzun yıllar öncesinden bize göstermiş anlatmıştı kitaplarında. İlk aklıma gelen artık bir şeylerin eksik olacağıydı. Siyasal hafızamızın en önemli tanığını, yılların bilgi birikimi ve donanımını alçakça yok etmişlerdi. Yani bizi aydınlatan ışıklardan birisini söndürmüşlerdi.
Katillerinin kimler olduğu ise kendi sözlerinin içinde saklı zaten.
“Ben Atatürkçüyüm… Ben, cumhuriyetçiyim… Ben lâikim… Ben antiemperyalistim… Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım… Ben insan hakları savunucuyum… Ben, terörün karşısındayım… Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın, her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır.” Uğur Mumcu…
Yıllar sonra sene 2007 yılı Ocak ayı, Helsinki’de turizm fuarındayız. On ya da on iki kişilik bir grup Türk Konsolosluğu’nda yemeğe davetliyiz aynı akşam. Yemek öncesi resepsiyonda aldık o kötü haberi. Hrant Dink kahpece katledilmişti. O an hissettiklerimi de çok net hatırlıyorum. Uğur Mumcu’nun haberinden farklı olarak bu sefer acının yanında hissettiğim büyük bir utançtı. O ürkek güvercine sahip çıkamamış olmanın utancıydı. İhtiyacımız olan toplumsal uzlaşmanın önemli bir neferini kaybetmiştik. Nefretle beslenen karanlıklara karşı bir ışıktı. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi herkesin bildiği ama kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayet.
O hedefti çünkü Türkiye ile Ermenistan arasında iyi komşuluk ilişkileri olsun istiyordu. 1915 sadece rakamlarla konuşulmasın, her iki halkın da acılarına ve travmalarına empati kurulsun istiyordu. Kısaca “geçmişi halletmek için önce bugünü halletmemiz gerekir” diyordu.
Hrant Dink ‘”Hasta iki toplum var: Türkler ve Ermeniler… Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik, Türklerse Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkisi de klinik vakalar… Kim tedavi edecek bizi? Fransız Senatosu’nun kararı mı, Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru… Bunun dışında doktor, ilaç, hekim mekim yok…” diye altını çiziyordu iki toplum arasındaki diyaloğun ve uzlaşmanın.
Nuh Tufanını biliyorsunuz. Tanrı yarattığı insanın yeryüzüne kötülük ve yozlaşma saçtığını görünce, onu bir tufanla cezalandırmak ister ve Nuh Peygamber’e bir gemi yapmasını, bu gemiye her hayvandan erkek ve dişi olarak almasını söyler. Ardından büyük tufan gerçekleşir. Nuh Peygamber’in gemisindeki canlılar hariç, yeryüzündeki tüm canlılar yok olur. Tufan durulduğu zaman Nuh, suların çekilip çekilmediğini anlamak için geminin penceresinden bir güvercin salar. Sular çekilmediği için güvercin bir müddet sonra geri döner. Yedi gün sonra güvercini tekrar uçurur. Güvercin bu sefer, gagasında taze bir zeytin yaprağıyla gelir. O zaman anlar suların yeryüzünden çekildiğini.
Ağzında zeytin yaprağı tutan güvercin, o günden bugüne, ümidin ve barışın simgesi olur.
Günümüzde gagasında ümidi, barışı ve doğruyu taşıyan o güvercinlerin sayısı azaldı. Devir taklacı güvercinlerin devri. Yaşar Kemal’in dediği gibi, “Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. hiç, hiç, hiç! demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. bin iyiyi bir kötüye kul eden…”
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.