Erdal Çolak
İnsanın yaşam boyunca geliştiği, kişiliğini oluştururken mücadele ettiği sırada herkes ve her şey birer engel oluşturur.
Doğada insan ister istemez canlı, cansız, fiziksel, kimyasal, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak her şeyden etkilenir. Yeri geliyor obezite, uyku apnesi, hipoksi ya da mükemmel olma çabası insanın varoluşunu baskın altına alır. Bilişsel etkiler, kötü aile, çevre, iş, okul ilişkileri, mevsimler, bakteriler, virüsler, mikro organizmalar, başka insanların söylediği sözleri mutsuz eder. Buna benzer bir çok şey insanların yüreğine açılmış meteor çukurları gibidir. İnsanları mutlu etme çabası, onlara hayır diyememek… Kendisini mutlu etmekten çok başkalarını mutlu etme çabası insandaki öz güven eksikliğini daha da tetikliyor.
İnsan özünden uzaklaştığında başkaları için yaşar. Söylenen her söz yüreğimizdekilerin dışavurumudur. Özerk bir kişi olabilmenin yolu, kişinin kendi fikirlerini başkalarının fikirlerine göre daha çok önem vermesinden, kendi istek, ihtiyaç ve beklentilerine göre hareket etmesinden geçer. İç dünyasında hayal kuran, algı ve imgeleri zihinde canlandıran, hafıza yetisine sahip olan birey kendi özgür iradesiyle, aklıyla karar verebildiği ölçüde varoluşunu tamamlar.
Günümüzün en büyük hastalıklarından birisi de, başkaları tarafından onaylanmak. Bu tür bir beklenti içine girenler sürekli hayal kırıklığına uğrar. İnsanın doğa ile arasına sınır koyamaması kendisi üzerinde olumsuz etkiye sebep oluyor. İnsanlar da devletler gibi olmalı, kendisine ait bir anayasası, sınırları, kırmızı çizgileri, değerleri ve kuralları olmalı ki diğerlerinden farklı olduğu anlaşılsın. Sosyal ilişkilerde diğer mutsuz insanlarla bir araya gelirsek sonuçlarına katlanmak zorun kalıyoruz.
Nasıl mı?
İnsanlar bir şarkı mırıldanır gibi mutsuzluklarından, hayattan şikayet ederler. Bu da insanı kısır bir döngünün içinde yiyip bitirir. Kronik, sabit, değişmez, kemikleşmiş düşüncede inançları olan insan ile iletişimde olmak kişiliğimizin içine yerleşmiş bizi biz yapan değerleri yok eden, esir alan kanser hücreleridir. Son dönemlerin en büyük hastalığı, hayatımızı bir şekilde tamamen kontrol etmeye çalışan ve bu yüzden sürekli hedefi olan belli bir kesimin baskısı altında ezilip kalmak. Gelecek ile ilgili korku ve kaygılarla insanlar kendilerini bir çaresizlik çemberinin içine alıp umutlarını, varoluşunu yok ediyorlar.
Bu dünyada var olmanın ne anlama geldiği üzerine fikri olmayan insanın kendi asıl varlığını bulamaz… İnsan varoluşunu gerçekleştirirken aslında kendi değerini bulmalıdır. İnsan sorgulayabilen, düşünebilen bir varlık olduğu için varoluşunu gerçekleştiren tek canlıdır. Onu diğer canlılardan ayıran fizyolojik, psikolojik, biyolojik ve toplumsal yanı insanı varoluş için gerçekliğe götürür.
Kimileri için basit depresyon çemberinde, nevrotik paralelde sosyal fobi gibi bağımlı-bağımsız değişken bir mutsuzluk oluşturduğu için var oluşun değeri daha anlamlı hale geliyor. Yetersizlik konusunda, başarısızlık hislerinin kaynağı bilişsel duyu bozukluğu, duygusal bozukluk, kültürel yoksunluk ve yetersiz eğitim olabiliyor. Bu sebeple geçmiş, gelecek, yani türlü sebeplerle bulunduğun anı yaşayamamak. Öyle bir noktaya geliyorsun ki ne sevincini ne de üzüntünü, hiçbir şeyi kimse ile paylaşamıyorsun. İnsanlar mutlu olduğunu düşünerek mutlu olmadığını bile bile yaşadığı her şeyi sadece içinde var oluş olarak hisseder.
Kişinin dünyayı algılama, anlama ve buna uyum sağlayabilmesi için öncelikle kendi hakkındaki gerçek benin dış dünyadaki benle uyumlu olması gerekir. Gerçek olan kişinin bir kendisinin zannettiği bir toplumun gördüğü, bir de gerçekten var olan kişiliğidir. Gerçek kişilik değerler merkezi olan yerdir. Bu mantıkla gerçek kişilik toplumun gördüğüyle kendisinin zannettiği kişiliğe göre varoluşu bütünlüğüdür. Günümüz dünyasında olduğu gibi her çağın tartışmalı kavramlarından olan kimlik, varoluşun ta kendisidir. Kişisel varoluş, kişiyi var eden, yaşamındaki amaç, hedef, değer, görüş ve duyguları ile bağlantılıdır. Toplum içinde, kendine özgü yeni değerleri benimsedikçe kendi öz varoluşunu yakalamış olur.
Søren Kierkegaard soyut düşünmeye karşı, somut düşünmeyi savunur. Nesnel dünyada var olan ve kendi gerçekliğini arayan insanın kendini bulması somut düşüncede olabilir. Soyut düşünce dünyasında insanın varlığı diye bir problem üzerinde kafa yormaz. İnsanın nesnel dünyada yaşadığı her şey onun varlığının ipuçlarını verir. Nesnel dünyada her şey yaşamın kendisi gibi karmaşık, tesadüfü bir şekilde işliyor olsa da insanın varoluşunu etkilememektedir. Duyguların, düşüncelerin geri dönüşümü olmadığını sonradan fark ediyor insan…
İnsanın varoluşuyla doğada bulunan canlıların, nesnelerin varlık türü ile arasındaki ilişkiyi belirleyicidir. Burada zaman akar, koşullar değişir; varoluş değişir. Kendi öz iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış insan. İnsanın verdiği, mücadeleyi sorguladığı hayatı anlayabildiği sürece var oluşunu anlayabilir. Bu varoluşçuluk insanın evrendeki yerini, var olmanın niteliklerini, varlığın etki ve tepkilerini soruşturur.
Varoluşçu görüşe göre insan hiçbir neden yokken bu dünyaya özsüz bir şekilde fırlatılmıştır ve yine nedensiz bir şekilde ölecektir. İnsanlar yaşamayı değerli kılacak bir amaç ve anlam ararlar. İnsanın biricik oluşu ve özgün olma isteği yaşamak için hayatında birçok şeyi mantığı, amacı, özsaygıyı, erdem, yönetici değer olarak kabul etmelidir. Yaşam kısa değil, sonsuzdur. Osho`nun dediği gibi, “Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş, yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür.”
Son olarak, hiçbir şeyin, hiç kimsenin varoluşunuzu manipüle etmesine fırsat vermeyin…