Dr. Nevin Sütlaş
Selfie çekimleri çok fena adet oldu. Düşündüm taşındım akıl erdiremedim: Neden insanlar cep telefonu kameraları icat olmadan önce selfi çekmemişlerdi ki.
Öyle ya, yapacağın şey aynı; vizörü öteye değil beriye çevirmek, hepsi bu. Ressamlar bunu yapmış; kendilerini de resmetmişler. Fotoğraf çekenler de zaman ayarlı makinalar çıkınca önce pozlayıp sonra koşarak kamera karşına geçmişler. Ancak kolunu ileri uzatıp suratını kameraya yöneltmek için cep telefonu gerekmiş. Sanırım bu dijital teknolojinin ucuzluğu ile de bağlantılı. Film şeridine foto çekerken ekonomik davranmak gerekiyordu. Çektiğini göremediğin için, kamerayı doğru açıda tutamamışsan o kare ziyan olurdu ki 36 poz ile sınırlıyken bu israf göze alınamıyordu herhalde. Neyse ne, selfie geldi hoş geldi.
Selfie hayatımıza 2011 yılında girmiş. Grup fotoğrafı çekerken, ben de oradaydım demek için ön köşeye kendini yerleştirmek de selfie çekmek elbette ama ben işin aslından, sadece kendini fotoğraflamaktan bahsediyorum. Zaten selfie de Türkçesi özçekim de kişinin kendini fotoğraflamasını ifade ediyor. İcadından sadece 3 sene sonra sadece Google’a 24 milyar selfie yüklenmiş. Facebook Instagram falan filan da bu sayıya dâhil değil. Dünyada 8 milyar insan var desek kişi başı 4 selfie eder. Eli ayağı tutmaz bebeleri dedeleri, cangıldakileri mapustakileri falan hesaptan düşersek ve geri kalan herkesin elinde de cep telefonu vardı desek, sadece bir sene içinde onlarca kez kendi suratımızı yayınlamışız demektir.
Bu acayip rakamı saptayan Lev Manovich, New York Şehir Üniversitesinde bir profesör. Sosyal medya uzmanı olan Manovich, iş edinip şehirlere göre selfilerin özeliklerini de araştırmış. Örneğin Londralılar kameraya dümdüz bakarken diğer şehirliler kameralarını yandan tutarak açıyla bakıyormuş. Bangkoklular gülerek poz verirken, Moskovalıların yüzünden düşen bin parçaymış. Selfie çekenlerin çoğu kadın ve 20’li yaşlardaymış. Daha bir yığın başka farklar da varmış.
Farkları bir yana selfie çekmenin ortak noktası kendini gösterme ihtiyacı. Bak bana, gör beni, fark et beni, bak işte buradayım, deme ihtiyacı. Bu ihtiyaç varoluş ihtiyacımızmış ki selfie buna derman olmuş. İlkel çağların insanı henüz ayna yokken, ne aynası, cam bile yokken, durgun suyun yüzeyinde kendi suretiyle karşılaştığında neler hissetmişse, modern çağın insanı da telefonun ekranında kendi suretini keşfettiğinde aynı hislerle doluyor bence. Selfienin keşfi, özseverliğimizin keşfi.
Nazım’ın şahane biçimde söylediği gibi suyun şavkında suretimiz kalıcı değil. Oysa fotoğraf kalıcı, hele dijitalse, hele sosyal medyada paylaşılmışsa…
Henüz 2000’ler bile olmamışken, o zamanki adıyla PC’ler hayatımıza daha yeni girerken, teknolojiye meraklı eşim internette bir aile sayfası (web page) oluşturmuş, haberimiz bile yokken hepimizin kimliğiyle fotoğraflarını koymuştu. Ben bu yaptığına epeyce şaşırarak dudak bükmüştüm, seçtiği fotoğrafımı da pek beğenmediğim için. Ancak annemin tepkisi benim tersime sevinmek olmuştu. Bak ne güzel akıl etmiş, ben ölüp gideceğim ama damadım sayesinde fotoğrafım ilelebet kalacak, ne kadar iyi bir şey yapmış, demişti. Basılı fotoğrafların solarak yok olduğu dönemden gelen annemin bu lafı sayesinde henüz gelmekte olan dijital fotonun ve de sosyal medyanın gücünü kavramıştım. Dünya yok olup gidene kadar bizim suretlerimizin yok olmayacak olması ne kadar ilginç değil mi?
2014 yılının selfie araştırmasına konu olan yirmili yaşlardaki gençler bu kalıcılığa yani sosyal medya çağına doğdular, elbet en çok onlar selfie çekecek. Ben bu konuda araştırma filan yapmadım, ancak kendi çevremde gördüğüm şu ki en çok selfie çekenler benim yaşımdakiler ve hatta çok daha ileri yaştakiler. Geldik gidiyoruz, bari bir izimiz kalsın diye midir, yoksa ben gençlerden çok onlarla birlikte olduğumdan yanılmakta mıyım, bilemedim doğrusu.
İster çıtırlar, ister ben misali yaşını başını almış olanlar en çok çekiyor olsun, niye selfie çekiyoruz sorusunu yeniden sormak lazım. Niye kendimizi bunca gösterme hevesindeyiz?
Bazı psikiyatristlere göre bu işi abartanlar hastaymış. Abartısı hastalıksa, abartının sınırı ne, sorusu da cevaplanmalı ama o cevap henüz yok. Bunu çok yapıyorsanız hastasınız, diyorlar. Hastalığın çerçevesini de “teşhircilik” olarak çiziyorlar. Bu bir teşhircilik elbette ama teşhirciliğin aslı ne?
Lüks araba merakı teşhircilik değil mi? Pahalı takılarla donanmak teşhircilik değil mi? Marka mankeni gibi giyinmek teşhircilik değil mi? Ha bire soyunu sopunu, gelmişini geçişini anlatmak, teşhircilik değil mi? Salonunun duvarını kitap raflarıyla doldurarak “bakın ne kadar çok okuyorum” diye sinsice övünmek teşhircilik değil mi? Köpeğini/kedisini yanak dudak fotoğraflayarak, alttan alta “bakın ben ne kadar sevecenim” demek teşhircilik değil mi? Çocuğunla, eşinle, sevgilinle, ailenle, arkadaşlarınla sımsıkı pozlarda fotoğraflar paylaşmak “bak ben nelere sahibim” demek değil mi? Hatta kelliğine saç ekimi, sarkığına dolgu yaptırmak da teşhirciliğin başka yüzü değil mi?
Her bir yerlerini açarak, dudaklarını büzüp uzatarak “seni öpüyorum” şeklinde seks pozları verip, üstüne de filtre üstüne filtre yaparak fotoğraflarını paylaşanlara “ne kadar teşhirci bu gençler” diyerek çok kızanlardan biri de benim. Ancak, “herkesin teşhirciliği kendi mezhebince” diyebilecek olgunluğa erişemediğim için kendime de kızıyorum.
Hepimiz bir biçimiyle teşhirci değil miyiz? Bunun şeklinin şemalinin, azının çoğunun terazisini kim tutacak?
İlk taşı en masum olan atsın, denmemiş miydi?
Durun yahu konu neydi?
Sahi ya selfie kimdi?