Bir ülkenin gerçek anlamda kalkınması, sürdürülebilir bir refah seviyesine ulaşması için en kritik yatırım alanları eğitim ve bilimdir.
İnsan kaynağını güçlendiren, inovasyonu tetikleyen ve geleceği inşa eden bu iki temel direk, modern dünyada başarıya ulaşmanın anahtarıdır. Ancak Türkiye’ye baktığımızda, bu temel prensibin tam tersi bir tabloyla karşılaşıyoruz.
Yıllık bütçeler, bir ülkenin önceliklerini net bir şekilde gösterir. Ne yazık ki, Türkiye’nin bütçesinde eğitimin payı giderek azalıyor. Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızın ve gençlerimizin alacağı eğitimin kalitesi ve erişilebilirliği, bütçe kısıtlamalarıyla doğrudan ilintili. Eğitime yapılan yatırımın kısılması, uzun vadede telafisi zor sonuçlar doğuracaktır.
Bilimsel araştırmalara ve geliştirmeye (Ar-Ge) ayrılan kaynaklar ise birçok gelişmiş ülkenin yarısından bile az. İnovasyonun, yeni teknolojilerin ve katma değerli üretimin olmazsa olmazı olan Ar-Ge yatırımları yetersiz kaldığında, ülke sadece tüketici konumunda kalmaya mahkum oluyor. Fikir üreten, patent alan, çığır açan bir ekonomi yaratmak yerine, başkalarının ürettiği teknolojileri ithal eden bir yapıya bürünüyoruz.
Yetersiz yatırım ortamı, en değerli insan kaynağımızın, yani bilim insanlarımızın ve parlak beyinlerimizin göç etmesine neden oluyor. Daha iyi araştırma olanakları, daha fazla bilimsel özgürlük ve daha yüksek yaşam standartları arayışıyla yurt dışına giden her bilim insanı, Türkiye’nin geleceğinden kopan bir parçadır. Bu, sadece bir beyin göçü değil, aynı zamanda bir “gelecek göçü”dür.
Gençlerimiz ise lise yıllarından itibaren bir sınav maratonunun içine itiliyor. Üniversiteye giriş sınavları, bilgiye açlığı tetiklemek yerine, ezberciliği ve rekabeti körüklüyor. Öğrenciler, bir konuyu anlamaktan çok, o konuyu sınavda işaretleyebilmeyi öğreniyor. Bu durum, eğitim sistemimizin mezun ettiği gençlerin sadece “iyi bir sınav çözücü” olmasını sağlıyor; ancak onlara, küresel rekabette ayakta kalabilecekleri yaratıcı ve analitik zekâyı kazandıramıyor.
Ezberci müfredatın doğal sonucu olarak, üniversitelerimiz de piyasanın ihtiyaçlarına cevap veremeyen diplomalar veriyor. OECD’nin “Education at a Glance 2025” raporu, bu durumu net bir şekilde ortaya koyuyor:
1-Eğitimli işsizlik paradoksu: Raporda Türkiye’de lise mezunu işsizlik oranı ile üniversite mezunu işsizlik oranı arasındaki farkın OECD ortalamasına kıyasla çok daha düşük olduğu görülüyor. Hatta bazı gruplarda yükseköğretim mezunlarının işsizlik oranları, lise mezunlarından bile yüksek durumda. Bu çarpık tablo, yükseköğretimin istihdam garantisi olmaktan çıktığını ve sadece işsizliği ertelediğini gösteriyor.
2-Yetersiz beceri seti: Türkiye, her ne kadar Fen, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik (STEM) alanlarında mezuniyet oranını artırsa da, iş dünyası hâlâ mezunların eleştirel düşünme ve problem çözme gibi temel becerilerde eksik olduğunu belirtiyor. Çünkü müfredat, bu becerileri ezberin önüne geçirecek şekilde tasarlanmıyor.
Bilime, eğitime, inovasyona yatırım yapmadan sürdürülebilir bir kalkınma mümkün değildir. Bir ülkeyi ileriye taşıyacak olan, o yapıların içinde üretilen fikirler, ortaya çıkan buluşlar ve yetişen parlak beyinlerdir.
Bilime, Ar-Ge’ye ayrılan kısıtlı kaynağı çağın gerisinde kalmış bir müfredatla ve ezberci bir sınav sistemiyle tüketmek, çok daha büyük bir stratejik başarısızlıktır. Eğitim sistemimiz, mezunlara diploma değil, geleceği inşa edecek beceriler vermelidir.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
