Son 10 yılda Türkiye ekonomisinin yaşadığı sarsıntılar, geçmişte atılan yanlış adımların ve ihmal edilen yapısal reformların doğrudan sonucudur.
2010’ların başında dünyada yaşanan küresel likidite bolluğu ve düşük faiz ortamı, Türkiye için büyük bir fırsattı. Ancak bu fırsat, verimliliğe dayalı bir üretim ekonomisi inşa etmek yerine, inşaata, tüketime ve kısa vadeli siyasi kazançlara feda edildi.
Geçici refahın bedeli
Ekonomi yönetimi bu dönemde dışarıdan kolaylıkla ve ucuz maliyetle sağlanan fonları, tarım ve sanayi gibi rekabetçi ve üretken sektörlere yönlendirmek yerine, büyük ölçüde beton ekonomisine harcadı. Alışveriş merkezleri, lüks konut projeleri ve mega altyapı yatırımları ile ekonomide “görünür” bir büyüme sağlandı; ancak bu büyüme üretkenlik artışına değil, kredi genişlemesine dayanıyordu.
Geldiğimiz noktada, geçmişte şişirilen bu kredi balonu patladı. Kur korumalı mevduatlar, art arda gelen faiz indirimleri ve nihayetinde hızla yükselen enflasyon, sıcak paraya bağımlı bir ekonominin sürdürülemezliğini ortaya koydu. Halk, kolay zenginlik vaadiyle yönlendirildi; ancak fatura yüksek enflasyon, eriyen alım gücü ve kalıcı fakirlikle ödendi.
Manşetlerde büyüme hikâyesi sürekli anlatılsa da, ekonomik göstergeler bu durumu doğrulamıyor. 2023 yılı itibarıyla Türkiye’nin kişi başına düşen geliri hâlâ 2008 seviyelerinin altında seyretmekte. Milli gelir, döviz bazında istikrarsız; ihracat artışı ise ithalat bağımlılığını azaltmakta yetersiz kalıyor.
Kalkınma, sadece sayısal büyüme değil, kurumsal güç, şeffaflık ve hukuk devleti ile birlikte gerçekleşen nitelikli bir dönüşümdür. Ancak Türkiye’de bu dönüşümün tersine işlediğini görüyoruz.
Kurumsal zafiyet ve güvensizlik
Gelişmiş ülkelerle farkımızı belirleyen yalnızca ekonomik büyüklük değil; aynı zamanda kurumların gücü ve hukukun işleyişidir. Türkiye’de son yıllarda yatırım ortamını iyileştirmek yerine, yatırımcının en çok önem verdiği unsurlar –bağımsız yargı, öngörülebilirlik ve mülkiyet güvencesi– zaafa uğratılmıştır.
Bir yatırımcı için ekonomik göstergeler kadar, belirsizliklerin ne kadar hızlı ve hukuki yollarla çözülebildiği de önemlidir. Bu konudaki belirsizlikler doğrudan yatırımları caydırmakta, ülkeyi spekülatif ve kısa vadeli sermayeye bağımlı kılmaktadır.
Bugün gelinen noktada, ekonomi sadece sıcak para ve kaynağı belirsiz döviz girişleriyle döndürülüyor. Bu girişlerin büyük kısmı spekülatif kâr hedefli olup, en ufak siyasi veya ekonomik türbülansta Türkiye’yi terk etmeye hazır sermayedir.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı yıllar içinde erozyona uğradı. “Faiz sebep, enflasyon sonuç” anlayışıyla uygulanan politikalar, finansal istikrarı zedeledi. 2021’den itibaren faizlerin yapay şekilde baskılanması, döviz krizini tetikledi; enflasyon yüzde 85’leri gördü; ekonomi durma noktasına geldi.
Bu süreçte sıcak para dahi Türkiye’ye uğramaz oldu. Uluslararası fonlar, Merkez Bankası’nın güven vermeyen politikaları nedeniyle Türkiye riskini almak istemedi. Bir dönem “faiz lobisi” diye suçlanan sermaye çevreleri şimdi başka ülkelere yönelmiş durumda. Kendi iç kaynaklarımızla yatırım yapacak ortam yaratılmadığı sürece, Türkiye giderek dışa bağımlı ve kırılgan bir yapıya mahkum kalacaktır.
Ekonominin gerçeklere dönmesi şart
Faizsiz bir ekonominin hayalini kurmak, iktisadi gerçekliği inkâr etmektir. Sıcak para ekonomisini eleştirmek doğrudur, ancak bu bağımlılığı ortadan kaldıracak üretim, yatırım ve hukuk temelli bir sistem kurmadan faizle savaşmak yalnızca popülist bir slogana dönüşür.
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan şey faiz takıntısından kurtulup şeffaflık, öngörülebilirlik ve güven inşa etmektir.
Görsel: realitatea.net
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: