Sovyetler Birliği’nin yeni dağıldığı yıllardı. Kuveyt’ten dönmüş Bakanlık’ta Orta Doğu Dairesine görevlendirilmiştim.
Brüksel’de katıldığım toplantılarda yeni tehdit kaynağı olarak Orta Doğu bölgesindeki gelişmeler tartışılıyordu. İran, Irak, Suriye ve Libya riskli ülkeler olarak niteleniyordu. Nitekim, riskli görülen ülkelerden Irak, Suriye ve Libya’nın yıllar içinde başına gelenleri gördük. Sıranın İran’a geldiğinden söz ediliyor.
Başta ABD, bölge dışı güçlerin yakın ilgilerinin temelinde bölgenin onlar için stratejik önemi ve İsrail’in güvenliği yatmakta. Ancak dış aktörlerin bölgeye yönelik izledikleri politika Türkiye’nin beklentilerini pek karşılamıyor. Onların bölgemize yönelik stratejik hedefleri, çıkarları, teröre bakış açıları Türkiye’nin milli güvenliğine ters düşüyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaman zaman verdiği demeçlerde, “Müttefiklerimizden temel beklentimiz, benzer bir terörle mücadele yaklaşımı benimsemeleridir. Ne yazık ki, şimdiye kadar müttefiklerimizden beklenen düzeyde destek ve dayanışma almış değiliz” sözleri de terörle mücadeleye farklı bakış açılarının bir ifadesi niteliğinde.
Bu yaklaşımın bir örneğini yaşıyoruz son günlerde. Dikkatlerin Suriye’deki son kaygı verici gelişmeler üzerinde yoğunlaştığı dönemde bir başka dikkat çekici gelişme yaşanıyor. Suriye topraklarının bir bölümünde ABD desteği ile bir devletçik kurmaya heveslenen PKK/YPG terör örgütünün başı Mazlum Abdi, ABD başkanlığına seçilen Trump’ın 20 Ocak 2025’te yapılacak resmi yemin törenine davet ediliyor. Soru şu: Bu davet ile ne mesaj verilmek isteniyor? Türkiye bu daveti engellemek amacıyla herhangi bir diplomatik girişimde bulundu mu? Bu davet, PKK/PYD’nin tanınması anlamına mı geliyor?
Şu sıralar bu tür sorulara yanıt aramayı bıraktık, HTŞ’nin (Hey’et Tahrir el Şam), Halep ve diğer bölgelere saldırılarının nedenlerini ve olası sonuçlarını aramaya başladık. Kimimiz bu saldırılardan hoşnut, hayaller kuruyor, hesaplar yapıyor. Kimimiz kaygılı, bu saldırıların nereye varacağını, ne sonuçlar doğuracağını hesaplamaya çalışıyor.
Aylardır bu saldırının hazırlığının yapıldığı anlaşılıyor. HTŞ’ye, PKK/PYD güçlerine yapıldığı gibi, uzmanlık düzeyinde uzun süre eğitim verildiği anlaşılıyor. HTŞ’nin yayınladığı bildirilerin de bir uzmanlık eseri olduğu görülüyor. Modern silahların nereden bulunduğu, istihbarat desteğini kimlerin sağladığı soruluyor. Yaklaşık 30 bin HTŞ üyesi ve onu destekleyen 20 bin kişilik radikal grupların parasını kimlerin verdiği soruluyor.
Bu soruların yanıtlarını emekli İngiliz Büyükelçi ve İngiliz Gizli Servisi (MI6) eski görevlisi Alastair Crooke 2 Aralık’ta bir Amerikan TV kanalında veriyor. Emekli Büyükelçi özetle şunları söylüyor:
“HTŞ operasyonu İsrail ve NATO tarafından organize edildi. Türkiye ‘evet’ dedi. HTŞ artık cihatçı çapulcular değildir. NATO tarafından silahlandırıldılar ve çeşitli dönemlerde ABD tarafından eğitildiler. İsrail, Suriye sınırına yığılmaya başladı. Her an müdahil olabilir. Ancak bunu belirleyecek, İran’ın Irak üzeri veya hava sahasından karada savaşacak gruplar yollayıp yollamayacağı olacak… Rusya, Türkiye’ye öfkeli ve şimdilik karadan müdahale edebilecek durumu yok. Havadan bombalama ise sonuç değiştirmez…”
Brüksel tarafından riskli ülkeler arasında değerlendiren ve İsrail’e tehdit olarak görülen Suriye’ye diz çökertme planının yeni bir aşamaya girdiği görülüyor. Suriye’deki rejim, baskılar, mezhepsel ayrılıklar vs. ile dış güçlerin ilgisi çekmekte.
Hatırlanacağı üzere, Kuzey Irak’taki Kürtleri Irak lideri Saddam Hüseyin’e karşı korumak için 1991’de “Çekiç Güç Harekatı” başlatılmıştı. Türkiye’nin yeşil ışık yakmasıyla. “Çekiç Güç” 12 yıl boyunca Kuzey Irak’ta bir “Kürt devleti”nin kurulmasına şemsiye görevi yapmıştı. Irak, 2003’te parçalandı. 2011’de Suriye ve Libya iç savaşa girdi.
Türkiye, Suriye’deki iç savaş sürecinde de ABD’nin yanında yer aldı. Şam’daki rejimi yıpratma koalisyonuna katıldı. Şam yıpranırken, Türkiye için tehdit oluşturan Suriye topraklarındaki PKK/YPG yapılanması güçlenmeye başladı. Artık Irak’tan sonra Suriye’de, PKK/PYD terör örgütü devletinin kurulması olasılığından söz ediliyor. Örgüt lideri Mazlum Abdi Trump’ın yeminine davet ediliyor.
Öte yandan, Türkiye sınırına yerleşen El Kaide ve IŞİD ürünü HTŞ de keza emekli İngiliz Büyükelçisi’nin ifadesiyle ABD ve İsrail teşviki ile saldırılara girişiyor. Sormak gerek, HTŞ’nin saldırılarından hayallere kapılanlara, HTŞ ile bileşenleri Şam’da yönetimi ele geçirirse ne olur? ABD güdümünde Taliban tarzı bir rejim kurulmasına ilaveten Fırat’ın doğusunda PKK/PYD kalıcı olur ve güney sınırımızda bunlarla komşuluk etmek durumunda kalırız.
ABD ve İsrail güdümündeki bu komşuların, Türkiye’nin Suriye’deki varlığını da kabul etmeyecekleri beklenmeli. Böyle bir durumda Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde yeni bir baş ağrısı ile karşılaşması muhtemel.
Bu olasılıkları göz önünde tutarak Türkiye nasıl bir tutum izlemeli?
Yukarıda işaret ettiğimiz ihtimaller Türkiye’nin milli güvenliğine tehdit niteliğinde. Bu itibarla mevcut Suriye yönetimi ile ilişkilerin normalleştirilmesi en isabetli yol olarak görülmekte. Son dönemde yaşananlardan da ders alarak, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, sığınmacıların ülkelerine güvenli ve onurlu bir şekilde geri dönmeleri ve ülkedeki terör örgütleri ile mücadelede iş birliği çerçevesinde ilişkilerin normalleştirilmesi sürecine yeni bir şans verilmesi en doğru yol olarak değerlendirilmekte.
Suriye‘nin toprak bütünlüğünü desteklemeye devam eden Türkiye, adil ve kalıcı çözüm için çabalıyor. Bölgede diplomasiye daha fazla alan açılması görüşünde. Suriye’deki rejiminin siyasi çözüm sürecine angaje olması gerektiğine inanıyor. Sivillerin zarar görmemesi, PKK ve uzantılarının durumdan istifade etmemesi gerektiği yolunda açıklamalarda bulunan Türkiye, bu süreçte özellikle Rusya ve İran’ın yaklaşımlarını da dikkate almalı. Bu iki ülkenin kendileri için stratejik öneme haiz Suriye’yi ABD güdümündeki terör örgütlerine bırakıp gitmesi beklenmemeli. Bu itibarla üç ülke arasında hafta sonunda Katar’da gerçekleştirilecek istişareler önem taşımakta.
Bu üç ülkenin, Suriye’deki meşru iktidara yönelik terör saldırılarının durması, sivillerin zarar görmemesi, ülkedeki terör yapılanmalarının durumdan istifade etmemesi , ülkede düzen ve istikrarın sağlanması konusunda yönetime yardımcı olması, tarafların bölgedeki nüfuzlarını kullanmaları ve normalleşme sürecine katkıda bulunacak üç ülke arasındaki eş güdümün sürdürülmesi hususlarında ortak anlayışa varmaları umulur…