İçim sıkıldı, şehirde bir yürüyüşe çıktım. Baktım ki şehir benden de bıkkın.
Epey yürüdüm yollarında, sokaklarında, yorgun, kirli kaldırımlarında. Ağzımı bile açmamıştım oysa ama o içimi okumuştu çoktan. Belki de ben daha evden çıkmadan.
Olmuyor dedi, olmuyor işte ne yapsam!
Geceleyin herkes uyurken, usulca aralarım o koca binaları, uzaklaştırırım birbirinden. Bir parça gökyüzü, yıldızlar, aydede… şavkısın isterim insanların üstüne. Düşlerine sızsın gizlice. Hazırdır gök kubbe, yıldızlar çoktan hazır ve gönüllüdür, hep ordadır, sadıktır, masalcı aydede. Beklerim bütün gece. İnsanlar insanlar insanlar…Sokaklarda sular seller gibi akarlar. Nereye böyle, ne bu acele diye sorarım, duymazlar ne çare.
Bazen beklerim, sabırla beklerim, birisi kaldırıp başını bakacak gökyüzüne ve dalıp gidecek diye. Uzatacak kollarını ve ta yıldızlara kadar uzayacak onlar da. Dokunacak. Ve ışıltılar halinde yıldız tozları inecek üstüme. Ertesi gün beni daha çok severek uyanacak insanlar. Ne gezer? İnsanlar gökyüzünü çoktan unutup gitmişler. Beni de neredeyse “yoğa” yazmışlar. Hırsla çekip sigarasından son nefesini izmariti yere atanlar ve arkasına bakmadan, kaçarcasına benden, dünyadan, hayattan, duygudan, düşten, aşktan koşar ayak uzaklaşanlardan umut beslerim. Onlar ki adını koyamadan, ne olduğunu bilemeden, yaşlarından, başlarından bağımsız geçmişe, ama çok uzak geçmişe dair bir duygu taşırlar içlerinde. Bir yanlışlık var bu işte, onu sezerler içten içe.
Bak dedi şehir. Bak, şuraya bak. Kocaman bir iş makinesini işaret ediyordu. Uzun, metal hortumunu gökyüzüne uzatmış, ucundan beton püskürtüyordu. Yeni bir bina yorgun şehrin omuzlarına bütün ağırlığı, bütün sertliği, bütün insan düşmanlığıyla yükseliyordu. Bir garip oldu içim. Sanki o ağırlığın altında ezilen yeryüzü, sanki diri diri gömülen toprak bendim.
Toprak diridir ey insan!
Yürüdüm yürüdüm yürüdüm. İnsanı aradı gözlerim. Yanımdan geçenlere merhaba dedim, şaşırdılar. Kimi gülümsedi, kimi cevap verdi. Kedilere sokuldum. Yorgun köpeklerle konuştum. Meyveleri yerlere dökülmüş, insanlar basıp geçiyor diye kederlenen ağaçlar gördüm. Konuştuk biraz. Kuşlar var dedim, kuşlar. Kargalar var. Onlarındır verdiğin nimet ve onlar asla nankörlük etmezler. Hatırla ağaç. Biliyorum biliyorum dedi bıkkınlıkla. O sıra bir serçe sürüsü geldi, sokuldular ağacın dallarına, çığlık kıyamet bir ötüş tutturdular. Ağaç beni de şehri de dünyayı da unuttu. Öyle mutluydu ki. Kuşlar nasıl da yakışıyor ağaçlara diye geçirdim içimden.
Ya insan neye yaraşır. Dünyaya yakışıyor mu, ona yaraşıyor muyuz biz? Kendi yarattığımız şehirlere yakışmazken, toprağa, ağaca, kuşa, hayvana saygı duymazken insan yakışabilir mi ki dünyaya. Aldığı oksijeni, olduğu gibi varlığını yeryüzüne borçluyken ve kendine ait olmayanı yağmalarken nasıl yaraşsın ki dünyaya?
Yazık sana ey insan!
Utan, utan, utan!