Ozan Osman’la (şimdiki adıyla Ozan Dağlı-Dağlı Trading Ltd’nin Yönetim Kurulu Başkanı) ilk tanışmamız 1974’te Boğaziçi Üniversitesi’nde oldu. Daha sonra da bu arkadaşlık ilginç bir olay sonucu gelişti ve bugün hâlâ devam ediyor.
Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra, Mağusa’da ticaretle uğraşan Ozan’ın amcası, cebine on bin pound koyup, İngiltere’nin yolunu tutuyor. Bir şeyler satın alıp Kıbrıs’a getirtecek ve Mağusa’daki dükkanında satacak. Ancak vapurla geldiği Mersin Gümrüğü’nde meşhur Türk Parasını Koruma Kanunu uyarınca göz altına alınıyor ve parasına el konuyor. Sonra serbest bırakılıyor ama para geri verilmediği gibi, hakkında ceza davası da açılıyor. Türkiye’de tanıdıkları yok. Avukata ihtiyacı var. Durumdan haberdar olan Ozan, üniversitede iyi ilişkiler içerisinde olduğu psikoloji hocasına akıl danışıyor. Kadın da, “Benim çok değerli bir avukatım var, Avukat Tuğrul Eliçin” diyor. Babam, davayı üstleniyor ve bir süre sonra mahkeme, paranın Ozan’ın amcasına iade edilmesine karar veriyor. Ceza davasından da beraat ediyor.
Sanırım 1976 veya 1977 yılıydı, Ozan’ın babası ve annesi oğullarını ziyaret için İstanbul’a geldiklerinde, babama teşekkür için, bir akşam evimizde bizi ziyaret ettiler. Sohbet esnasında, Avukat Osman Bey (meğer o da avukatmış) beni de ilk fırsatta Kıbrıs’a, Mağusa’daki evlerine davet etti.
O arada bizim de Ozan’la arkadaşlığımız ayrı fakültelerde okumamıza rağmen, oldukça ilerlemişti. Bu davetle 1977 kışında, sömestir tatilinde Ozan’la Kıbrıs’a gittim (O zamanki adıyla Kıbrıs Türk Federe Devleti-KTFD). Karlı bir kış günü, Atatürk Havalimanı’ndan, göz gözü görmeyen bir tipide kalktık. F-28 tipi ufak uçaktaki yolcuların büyük bölümü tatil için evlerine dönen Kıbrıslı arkadaşlarımdı. Uçuştan tek hatırladığım, fırtınadaki kalkışta arkadaşımız Fuat’ın kızılımtrak saçlarının dimdik olduğu.
Ercan Havalimanı’nın İngilizlerden kalma kısacık pistine indiğimizde, bizi Ozan’ın annesi ve babası karşıladı. Mağusa’nın Baykal semtindeki evlerine gittik. Karşılarında biraz çaprazda olan ev ise, yine üniversiteden arkadaşımız, rahmetli Sonay Kemal’in ailesine aitti. Ertesi gün Ozan’la şehri gezmeye başladık. Mağusa’nın Orta Çağ’dan kalma kent merkezine, surların önündeki bir köprü ve tek araç genişliğinde bir kapıdan geçerek girdik.
Savaştan önce Mağusa’nın sur içi Türk mahallesi, dışı Rum bölgesiymiş. Sur dışında az miktarda karma mahalle de varmış ve Baykal bunlardan biriymiş. Çıkarma olunca ve ilk harekat gerçekleşince, Rumlar Türkleri tehdit etmeye başlamış. Türk toplumu surların kapılarını kapatarak savunmaya çekilmiş. Baykal’daki Türkler Rumlara karşı savunmasız kalmış. Sonunda, bir gece gelen haber üzerine, Türkler sessizce evlerini terk edip, hendeklerden sürünerek, açılan bir kapıdan surların içerisine kaçmışlar.
Kuşatma esnasında Ozan’a da bir grup Mücahitle, surlara girdiğimiz kapının hemen solundaki burcu savunma görevi verilmiş. İlk harekatla, Mağusa’nın kurtuluşu arasında geçen hemen hemen bir aylık dönemde, sur dışında, yolun karşısındaki bir motelin balkonuna makineli tüfek yerleştirmiş olan Rumlarla karşılıklı ateş etmişler. Sonra bir gün Türk kuvvetlerinin Mağusa yönüne harekata başladıkları haberi gelmiş. Türk jetleri Maraş’ı bombalamaya başlamış.
İki gün sonra, 15 Ağustos 1974 akşamüstü, toz duman arasında, büyük gürültüler çıkaran, üzerlerinde küçük Türk bayrakları bulunan tanklar ve tanklarla birlikte ilerleyen piyadeler belirmiş. Askerler, “Türk’üz, surun kapısını açın” diye seslenmiş ama Mücahitler, Rum hilesidir düşüncesiyle açmamış. O arada karşı otelin balkonunda olan Rum makineli tüfeği, tanklara ve piyadelere ateş açmış. Anında kendini hendeğe atan iki piyade eri, derhal bazukayı balkona nişanlayıp ateş etmiş. Balkonun arkasındaki kapıdan içeri giren bazuka mermisinin patlamasıyla yaklaşık bir aydır süren çatışma sona ermiş ve Ozan için savaş bitmiş. Sur kapıları açılmış ve Türk piyadesi, bugün adı İstiklal Caddesi olan yoldan Mağusa Türk mahallesine büyük sevgi gösterileri arasında girmiş.
Ozan bana evde, bu olaydan bir iki gün sonra yayınlanan Hürriyet gazetesinin ilk sayfasını göstermişti. Sayfanın üst yarısını kapsayan büyük bir fotoğraf dikkati çekiyordu. Fotoğraf Mağusa sur içerisinde çekilmişti. Ortalıkta, arkası dönük olarak yürüyen bir genç ve elinden tuttuğu bir çocuktan başka hiç kimse yoktu. Bu kişiler de Ozan ve kısa pantolonuyla kardeşi Okan’dı (Okan Dağlı, tıp doktoru, eski CTP milletvekili).
Ozan o tatil benimle çok ilgilendi. Bir gün dedesinin Lefke’deki evine gece yatısına gittik. Hava Kıbrıs’ta olmamıza rağmen çok soğuktu. Anlaşılan, İstanbul’dan ayrılırken yaşadığımız soğuk buraları da etkilemişti. Hele Lefke, Trodos Dağları’nın eteklerinde olduğundan geceleri iyice soğuyordu. Ozan’ın büyükbabası ve büyükannesi, tipik bir Türk kasabası olan Lefke’de, ortasında avlu olan, yine çok tipik bir Türk evinde yaşıyorlardı.
Çoktandır görmedikleri, İstanbul’da okuyan büyük erkek torunları ziyarete gelince doğal olarak çok sevinmişlerdi. O akşam, güzel, özgün yemekler yedik. Evin bir odasını ben ve Ozan için özenle hazırlamışlardı. Yatma vakti odamıza geçtik, soyunduk yatacağız ama oda buz gibi. Sanırım 10-12 derece civarındaydı. Belki de daha soğuk… O sırada kapı vuruldu ve gelen büyükanne Ozan’ın yatağına bir sıcak su torbası getirdi. E ne de olsa büyük erkek torun.
İstanbul’da kaloriferli evlerde büyümüş olan ben ise, gece soğuk yatağımda bir türlü ısınamadım. O nedenle olacak, sabaha karşı tuvaletim geldi. Ancak, tuvalet avlunun öbür tarafında olduğundan giyinip, gece karanlığında dışarı çıkmam gerekti. Buz gibi bir rüzgârda ve sulu kar atıştırırken avluyu geçip, küçük tuvaletimi yapıp donmadan geri döndüm. Mark Twain’in bir lafı vardır, “Hayatımda en çok üşüdüğüm an, San Francisco’da bir yaz günüdür” diye. Benim içinse Lefke’de bir şubat gecesidir.
Aynı seyahatte Lefkoşa’nın Köşklüçiftlik semtinde bulunan, Güner Türkmen Sokak 10 numarada, yine sınıf arkadaşım Halil Mustafa’nın evinde de iki gece kaldım. (Şimdiki adı ve unvanıyla, Prof Halil Güven. Başta, Bahçeşehir, Doğu Akdeniz, ve Bilgi üniversiteleri olmak üzere pek çok yüksek öğrenim kurumunda rektörlük yaptı.) Halil ile de Lefkoşa’yı gezdik. Saray Oteli’nin terasına çıkıp, Rum Kesimi’ne baktık. Şehitler Burcu’nda dolandık. Selimiye Cami’ne girdik.
Bir gün de yine sınıf arkadaşım olan Huriye Abdullah’ı (Profesör Huriye Birsel, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’nde hoca) ve kardeşi Selva’yı da Lefkoşa sur içinde, 11 Kurtbaba Sokak’taki evlerine ziyarete gittim. Bu adres benim için özel önem taşır, zira yaz tatillerinde, daha sonra eşim olan Zehra Öksüzer ile yazışmamız hep benim 11 Kurtbaba Sokak adresine attığım mektuplarla olmuştur. Zehra da uğrar, Huriye’nin kütüphanede bir kitap arasına gizlediği mektupları teslim alırdı. O zamanın anlayışında mektupları doğrudan Zehra’nın evine postalamamın ailesi tarafından hoş karşılanmayacağını bildiğimizden bu yola başvurmuştuk.
Daha sonra Girne’ye geçip limandaki Ergenekon Oteli’nde kaldım. Odamın Girne Limanı’nı gören balkonundan baktığımda, hemen yanımda, binanın ön cephesinde duvarda asılı olan Ergenekon tabelasının altında otelin eski adı da görünüyordu; El Greco… Çıkarma sonrasında SAT timlerine konaklama olanağı da sunan bu tesis, sanatçı isminden bir destana, radikal bir isim değişikliği geçirmişti.
Otelde, üniversiteden matematik hocam Mr. Floyd da vardı. Geçmiş zaman şimdi tam hatırlamıyorum ama Floyd’un o otelde kalması da sanırım Ozanların bir organizasyonuydu. Floyd’la bir akşamüstü, Ozanköy’de oturan Zehraların evine ziyarete gitmiştik. Üniversitede birinci seneyi izleyen yaz tatilinde, biz okulun bilgisayar merkezinde yaz stajı yaparken, annesi Zehra’yı ziyarete gelmiş olduğundan, daha önceden tanışıyorduk. Kardeşi Nuran da İstanbul’da veterinerlik okuduğundan zaten arkadaşlığımız vardı.
Zehralara yaptığımız çay davetinden aklımda kalan iki şey var. Bunlardan ilki bir Kıbrıs adetiyle ilgili. Kıbrıs’ta o zamanlar evlerin girişinde genellikle bir sundurma (Kıbrıscası sündürme) bulunurdu. Bugün de bazı evlerde hâlâ var. Daha sonra evin misafir odası, yemek odası, tuvaletler, mutfak ve yatak odaları konumlandırılırdı. Genellikle misafir, çok önemli olmadıkça sündürmede ağırlanırdı. Biz de herhalde çok önemli olmadığımızdan, sündürmede ağırlandık. Bana kapıdan girer girmez hemen oradaki bir mekanda ağırlanmak çok garip gelmişti. Sanki tam eve girememiştik.
Diğer konu ise Floyd’la ilgili. Hemen sokak kapısının girişine oturtulan Floyd eve ancak 70 santim kadar girebilmişti. Benim durumum ise daha iyiydi. Kapıdan dört metre kadar içerdeki bir koltuğa ilişmiştim. Ortada yanan bir bacasız gaz sobasının verdiği ısıyla çay servisini beklerken, Floyd birden kapının yanına kadar uzanan yerdeki halının köşesini kaldırıp, kaç düğüm var diye kontrol etmişti. Sanırım, bu incelemenin sonunda makine halısı olduğunu da fark etmedi. Çay sohbetinden sonra ev sahipleriyle vedalaşıp otelimize döndük. Mr. Floyd de bu sayede 70 santim kadar içine girmiş olsa da, bir Kıbrıs Türk evi ve ailesi konusunda izlenimler edinmiş oldu.
Bir hafta kaldığım ve Kıbrıs’ın dört kentini kapsayan bu seyahatten güzel anılarla ayrıldım. Yıllarca Türkiye’nin dış politikasında önemli bir yer tutması nedeniyle hep merak ettiğim, üniversitedeki pek çok arkadaşımın memleketi olan Kıbrıs’ı bir nebze olsun tanımıştım.
Ayrıca o zamanki haliyle Kıbrıs’ı çok sade ve el değmemiş bir yer olarak algıladığımı da belirtmem gerekiyor. Trafiğin soldan olması, yolların dar ama asfalt olması, kırmızı posta kutuları, Girne’deki Barclay’s Bank Şubesi, bana Britanya’nın kırsal bölgelerini, özellikle de Isle of Wight’ı anımsatmıştı. O nedenle yıllar içinde betonlaşması, sahillerin oteller tarafından işgal edilmesi gibi pek çok olumsuzluklar beni derinden etkiliyor.