Şairlerimiz aşkı anlatır. Masallarımız sevgiyi taçlandırır. Marşlarımız coşkularımızı yansıtır. Şarkılarımız türkülerimiz duygularımızın dışa vurumudur. Bütün sanat eserlerimiz duygu yoğunluğunun artışı oranında değer kazanır. Öyledir çünkü duygularımız olmasa biz olmayız.
Aklımızdan ne haber?
Hepimiz, en azından kendi aklımızdan eminiz. Hayatımızın aklımızın erdiği yönde geliştiğini düşünürüz. Ancak çoğu zaman aklımızı duygularımızın gölgesinde unutuveririz. Zaten aklın sesi kısıktır, kulak vermezsen duyulmaz.
Evet, duygu ve akıl olarak iki farklı yönümüz var. Duyguların içinde kısmen akıl, aklın içinde de kısmen duygu var elbette ama görünmez biçimde. Birbirini içeriyor da olsalar, ikisi iki ayrı şeydir ve davranışlarımızı biri belirler.
Beyin çok katmanlı bir organ. Aklı ve duyguları oluşturan iki ayrı katmanı da var. Duygular beynin en antik ürünü. Bilgisizlik döneminden kalıntıyla duygularımızın kaynağı için “ruh” diye bir şey uydurmuşsak da, değiştiremediğimiz Orta Çağ bilgisi ile hâlâ duyguları kalbin üretimi sansak da, kesinlikle beynin ürünüdür her türden duygumuz.
Beyinde en eskiden var olanlar en içeride yani dipte, en yeni gelişenler en üstte yani yüzeyde yer alır. Tıpkı bir ağaç gövdesindeki yaş halkaları gibi dışa doğru gelişir beyin, insanın gelişim sürecinde de insanlığın gelişim sürecinde de. O nedenle duygular beynin en derinine yerleşmiş hücrelerin, akıl en tepede yani alnın arkasındaki bölgede bulunan hücrelerin üretimidir. Yerleştiği yerin de gösterdiği gibi akıl yepyeni, duygularımızsa insanlık var olduğundan beri var. Beynimizde en eskiden beri var olanlar elbette gümbür gümbür ve çok güçlüdür, yeni gelişense nadiren güçlüyse bile hep sessizdir. (Beynimiz dediğimin sadece kişisel yaşamımızın değil bütün insanlık geçmişinin son ürünü olduğu konusunu hatırlatıyorum)
Hayvanlardan farkımızın duygularımız olduğunu sanıyoruz. Oysa evrildiğimiz hayvanlardan aldığımız en önemli mirastır duygularımız. Aklımız da mirastır ama hayvan atalarımızda akıl henüz güdük olduğu için, biz de yüz binlerce yıl önce yolculuğumuza bu kısıtlılık ile başlamışız. Gelişimimiz ilerledikçe aklımız da artıyor elbette ve hayvan dünyasından giderek uzaklaşıyoruz (o da karınca adımlarıyla ama olsun). Oysa duygularımız hayvanlarla bire bir aynı kalmaya devam ediyor. Bu cümleye kocaman bir ünlem gerek…
Hiç olur mu canım? Uğruna şair olduğu aşkları, iyilik yapmaya doymayan sevgi pınarı, destanlara sığmayan cesareti, ufacık bir tetiklemeyle dünyayı gömen öfkesi, minicik bir böcekten korkuya kapılan kof yüreği, kapanlar/pusular kuran kızgın öç alma dürtüsü, daha bin bir çeşit duygulanımı insanı hayvandan ayrıştırır.
Sahi mi?
İnsanın en temel becerisi, yeme, içme ve seks yapma yeteneğine dayanır. Bu yetenekleri olmasa hayatta kalamaz ve bir sonraki kuşağı da oluşturamazdı ki bu da insan soyunun kırımı olurdu. Yüz milyonlarca yıldır yerkürede varız, demek ki bu beceriye sahibiz. Yaşam için olmazsa olmaz bu yeteneklerimizin aynısına hayvanların da sahip olduğunu biliyoruz da ayrıntı düzeyinde öğrenmek bizi gene de şaşırtıyor. Timsahların aşık olduğunu ve hatta ömür boyu tek bir partnerle çiftleştiğini, eşini kaybedince depresyona girip yemeden içmeden kesildiğini duyup şaşmayan mı olur? O güler yüzlü yunusların herkese yetecek kadar yer olan okyanusta çeteler kurup birbiriyle ölümüne dalaştığını, güçlü olanın öteki çetenin dişisini kaçırıp topluca tecavüz ettiğini duyup insan savaşlarını düşünmemek mümkün mü olur?
Bilim, sadece kapımızdaki kedi köpeği değil bütün uçanı kaçanı dikiz aynasına aldığından beri daha neler neler öğreniyoruz…
Hiçbir duygumuz yok ki bire bir hayvanlarda da olmasın. Bire bir deyince; duygularımızı oluşturan derin beyin merkezimizdeki yolaklar ve kimyasallar, sürüngenlerle bile bire bir aynı. Evet, tıpa tıp aynı. Duygular açısından bakınca bir kertenkele neyse ben de oyum. Hoşuma gitse de gitmese de gerçek bu kadar yalın.
Çocukken masalların “az gittik uz gittik, bir de döndük baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz” diye başlamasına şaşardım. Duygular söz konusu olduğunda hâlâ şaşıyorum, bunca zaman sonrasında sadece bir arpa boyu yol gitmiş olmamıza.
Sarışından mı esmerden mi, tombuldan mı narinden mi hoşlandığımız ata genlerimizin sonucu. Birini görür görmez yıldırım çarpmışa dönerken, diğerinden köşe bucak kaçmamızdan tutun da, bamyaya ağzımızın mı sulandığı yoksa midemizin mi kalktığına varana kadar, niyesini sorgulamadığımız her tür tercihimizden sorumlu olan duygularımız bizim antik/derin beynimizin son ürünü. Aklımızın değil. Biz de öyle. Biz, duygularımızdan ibaretiz. Duygularımız olmasa yok oluruz.
Duygularımız olmasa yok oluruz ama duygularımızın aynı zamanda mezar kazıcımız da olduğunu unuturuz. Duygularımızı aklımızın denetiminde tutmamız gerektiğini unuturuz. Belki de hiç öğrenmemişizdir…
İnsanlık tarihi açısından bakınca, aklımız daha yeni yeni peydahlanmakta olduğu için duygularımıza kıyasla pek güdük ya işte o yüzden en gelişkin akıl bile duygularla baş etmekte yetersiz kalıyor.
Duygu ve akıl kapışmasında seyirciler de gürbüzü destekliyor, çelimsizi değil:
-Aşkı için dağları delen Ferhatlara yaklaşım nasıldır?
-Deli gibi (!) aşık olduğu kişi yerine mantık evliliği yapana ne denir?
-Onu hiç sevmiyorum ama çok değer veriyorum, diyene nasıl bakılır?
-Hakarete uğradığında, karşılık vermek yerine olay yerinden uzaklaşana hangi sıfat yakıştırılır?
Bu ve benzeri yaklaşımlarımızın hepsi akıl yerine duygunun tercih edildiğinin kanıtlarıdır.
Oysa enine boyuna düşünmeden aşkının peşine düşenlerin yanılgısı, yeterince düşünmeden sırf sevdiği için güvenenlerin kazıklanması, hayat hikayelerinin “böyle olacağını düşünmemiştim, sonunda boyumun ölçüsünü aldım” paydasıyla anlatılması ve daha pek çoğu, aklın mırıltılarını duymazdan gelip, bağıra çağıra konuşan duyguların peşine düşmüşlüktendir.
Akıl patronluğu ele geçirebilseydi eğer, alkol/sigara/kumar ve benzeri bağımlılıkların hiçbiri var olabilir miydi? (Seviyorum işteee, var mı diyeceğin!…)
İnsan hayatına damgasını vuran, çığırtkan duygularının yerine alçak perdeden konuşan aklı arasında kala kalışı ama nihayetinde duygularının peşi sıra sürüklenişidir.
Eğitimde öğretimde, toplumsal düzende, insan olarak var oluşumuzun her aşamasında duygularımız hâkim. Sevgimiz, beğenimiz, hoşlanmadıklarımız, nefret ettiklerimiz belirliyor kişisel yaşantımızı da toplumsal hayatımızı da. Her şeyimizi duygularımızla ölçüp biçip belirliyoruz.
Duygusallığımızdan kaynaklanan sonuçlardan pişmanlıklarımız olsa da aslında duygularımızın yörüngesinde yaşamaktan şikâyetçi değiliz çünkü bu normalimiz. Normal olmayanlar ise duyguları aklıyla çeliştiğinde bunu fark edip seçimini aklından yana kullananlardır.
İnsan seçebilen hayvandır. Neyi yapıp ediyorsa kendi seçimidir, bilerek isteyerek seçmiştir.
Sahi mi?
Aileden okula, reklamından sanatına varana kadar her şeyiyle piyasa, insanı yönlendirir: Aklından uzak, duygularıyla kucak kucağa yaşamaya yönlendirir. O yüzden çoğunluğun tercihi (normal) böyledir…
Eee ne olacak şimdi?
Şarkıları türküleri dinlerken çok hoşlanıyoruz ya, bir de (bu açıdan) düşünerek dinlesek. Belki o zaman duygularımızı aklın terazisine vurmayı öğrenebiliriz…
“Olmayacak duaya amin” ama belki…