Taş Devri ya da diğer adıyla Paleolitik Çağ, yaklaşık 2,5 milyon yıl öncesinden başlayıp yaklaşık 11-12.000 yıl önceki tarım devrimine kadar devam eden geniş bir zaman dilimini kapsar. Taşın bir araç olarak kullanılmış olmasından dolayı bu çağa Taş Devri denir ama havanın kutup yönlü aşırı derecede soğumasından dolayı Buzul Çağı olarak da bilinir.
Yeryüzünün metrelerce buz ve karla kaplı olduğu Buzul Çağı’nın en bilinen hayvanı kuşkusuz mamuttu. Mamut dişlerinden çeşitli araçlar, sanat eserleri, takılar ve silahlar yapılıyordu. Buzul çağının etkilerinin azalması ve iklimin daha ılıman hale gelmesiyle, yeryüzünün büyük bölümünde flora ve fauna yapısı değişti.
İlk insanlar tarafından üretilen ilk taş silahlar, yaygın olarak sanıldığı gibi saldırı amaçlı değil, savunma amaçlıydı. Silahların bilinen ilk kullanımı taş atmak ya da taşlarla vurmaktı. Çok sonraları, keskin bir taş parçası bir çubuğun ucuna takılarak balta veya mızrak gibi bir silah haline getirildi. Silahların, insanın hayatta kalma içgüdüsü doğrultusunda düşman klanlara ve yırtıcılara karşı güvenlik sağlama ihtiyacından kaynaklandığı varsayılmaktadır.
Günümüzden neredeyse 1,9 milyon yıl önce evrimleştiği düşünülen Homo Erectus’un beyni, kendinden önceki insansıların beynine oranla iki kat daha büyüktü. Oldukça geniş coğrafyaya yayılmış olan bu insan türü, ılıman iklim kuşağını izleyerek Hindistan’a, Çin’e ve okyanus adalarına ulaştı.
İnsanların geçirdiği en belirgin evrimsel değişimlerden biri vücut kıllarının incelerek kısmen dökülmesi olmuştur. Homo Erectus’un vücudu giysi giymesine gerek kalmayacak biçimde tamamen kıllarla kaplıydı. Ancak yürürken artan vücut ısısını terleme yoluyla dengeleme ihtiyacı, kılların incelmesine ve tüye dönüşmesine yol açtı.
Homo Erectus iki yüzlü baltayı icat etti, ancak asıl başarısı ateşin sönmesini engelleyecek şekilde kontrollü olarak kullanmayı öğrenmesiydi. Yaklaşık bir milyon yıl önce atalarımız ateşin canlı olmadığını ve onun gücünü kullanabileceğini keşfetti. 500 bin yıl önceye geldiğimizde, insan sönmüş ateşi yeniden yakmada artık iyice ustalaşmıştı.
Kaya parçaları, çevresinde ateş yakılarak yüksek sıcaklığa kadar ısıtılıp bir tür ızgara olarak kullanılıyordu. Pişirme işlemi et ve sebzelerin sindirimini kolaylaştırarak organizmada enzimatik bir dönüşümün önünü açtı. Ateş yalnız yiyecekleri pişirmek ya da ısı ve ışık sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda bir savunma ve saldırı silahı olarak da kullanılıyordu.
Akşamları ateş etrafında yapılan sohbetler, klan üyeleri arasında sosyalleşmeyi ve dilsel etkileşimi zenginleştiriyordu. Sosyal etkileşimler, gençlere kritik yaşam bilgilerine erişme fırsatı sağlıyordu. Ateş ayrıca kuzeye, daha serin iklim bölgelerine yürümeyi ve orada bir yaşam kurmayı da kolaylaştırıyordu.
Standart klan göçleri normalde yılda yalnızca birkaç kilometre yol alırken, hayvan sürüleri peşinde birkaç yüz kilometre ilerler hale gelmişti. Göçler iklime çok bağlıydı. Buzul etkisi azalıp havalar ısındıkça sürülerin de insanların da yiyecek bulmak için uzaklara göç etmesine gerek kalmıyordu.
Taş Devri’nde yaşam gerçekten de bugünkünden çok farklı ve çok daha zordu. İnsan ömrü kısaydı, yaşam beklentisi en fazla 30 yıldı. Ortalama boy 135 santimetre, ortalama ağırlık 45 kilogramdı (dişiler daha küçüktü). Ancak Homo Erectus insanı daha heybetliydi, erkeklerin boyu 1.73 santimetre civarındaydı.
Bu noktada, ilk insanların avcı-toplayıcı olduğu savının tutarlı olmadığını belirtmekte yarar var. İnsanoğlu et yeme alışkanlığını ancak ateş yakmayı öğrendikten sonra edinmiştir. Ateş yakmayı öğrenene kadar herkes bir tür vejetaryendi.
Hiçbir insan türü çiğ etle beslenerek yaşamını sürdüreme çünkü fiziksel ve kimyasal sindirim süreci başarılı olamaz. İnsan doğası çiğ et yemek için ne uygun dişlere, ne çeneye ne de sindirim sıvılarına sahiptir.
Henüz tarımı bilmeyen topluluklar doğada buldukları yiyeceklerle yetiniyorlardı. Meyve, tohum, yaprak, kök, çiçek ve bal gibi mevsimlik yiyecekleri topluyorlardı. Ancak buz katmanlarıyla kaplı bir çevrede açlıktan ölmemek için avlanmak zorunda kaldılar. Hayvanı öldürüyorlardı ama etini değil, iliğini yiyorlardı. Yaklaşık 2 tonluk bir mamuttan tüm aileyi doyurabilecek 70 kilogram ilik elde ediyorlardı.
Yaklaşık 6 milyon yıl boyunca toplayıcı olarak yaşayan öncü atalar, sadece son 900 bin ila 500 bin yıl içinde ateşte et pişirmeyi öğrendikten sonra avcı-toplayıcı oldular. Bu nedenle genel bir değerlendirme olarak avcı-toplayıcı yerine avcı-toplayıcı terimini kullanmak daha tutarlı olacaktır.
Ailenin karnını doyurmak üzere mamut mızraklama partilerine katılmak klan erkeklerinin ana uğraşıydı. Kadınlar için annelik rolü o zamanlar da diğer tüm etkinliklere göre daha öncelikliydi. Ancak yine de mağaranın yakınlarında yabani yemişler ve bitkiler topluyor, yemek pişiriyor ve deri giysiler dikiyorlardı.
Kadınlar erkeklerin av organizasyonlarına katılmıyorlardı ama ağ örüyor ve balık toplayıcılığı yapıyorlardı. Hatta kıyı bölgelerinde deniz hareketleriyle oluşan doğal çukurlarda mahsur kalan balıkları elle bile yakalamış olabilirler.
Belirli bir bölgede bulunan yiyecekleri toplamakla birlikte “toprak mülkiyeti ekonomisinin” başladığına inanılıyor. Dilde iyeliğin önemini vurgulayan antropolinguistik bir görüşe göre “benim” terimi “ben” teriminden daha önce kullanılmış olabilir.
Türümüzün köklerinin dayandığı paleolitik topluluklar, ortak geleneklere sahip birkaç aileden oluşan gruplar halinde örgütleniyorlardı. Büyük ölçüde eşitlikçi bir toplum yapısı içinde yaşıyorlar ve birçok zorluğun üstesinden bu sayede gelebiliyorlardı.
Erken atalarımız için bit ve pire kapmak sıradan bir olaydı. Tuvalet yoktu, o iş dışarıda bir yerlerde hallediliyordu. Doğal ölümlerin yaklaşık yüzde 75’i bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanıyordu. Akraba evliliği vardı ama birinci derece akraba olmayanlar tercih ediliyordu. Çocuk sahibi olma niyeti olmaksızın cinsel ilişkiye giriyorlardı.
Ölülerini gömüyorlardı. Bazen kişisel eşyalarını ve takılarını da gömüyorlardı. Belki ruh kavramı henüz dini anlamda gelişmemişti ama ölülerin başka bir âlemde yaşam sürdüklerine inanmış olabilirler. Kendilerinden birinin kaybıyla ilgili duyguları olduğu ve yas tutukları düşünülebilir.
Paleolitik sanat, daha çok kayaya işlenmiş çizimler, gravürler ve küçük yontulardan oluşuyordu. Sadece 11 santimetre boyunda olan ünlü Willendorf Venüsü (Avusturya), kadının doğurganlığına verilen ilahi değeri sembolize etmesi bağlamında özel bir yere sahiptir.
Anadolu prehistoryasından yakından tanıdığımız Kibele kültleri örneğinde olduğu gibi, doğurganlığın başka coğrafyalarda da yüceltildiği anlaşılıyor. İlk çağlardan Hristiyanlığın yayılmasına kadar pek çok kültürde çeşitli adlarla bilinen Ana Tanrıça kültünün vatanı Sümer öncesi Bereketli Hilal olabilir.
İnsanın çevresini yorumlama ve görselleştirme yeteneği sayesinde ilginç bir olguyla karşılaşıyoruz. Mağara duvarlarındaki hayvan betimleri, ilk insanların yaşamını etkileyen olaylardan kesitleri aktarmak için kullanılıyordu. Resimlerdeki hayvanların yalnızca bir dekorasyon olmadığı, tanrısal bir ikonografinin ilk formlarını yansıttığı söylenebilir.
O dönemde yaşamış ve resmedilmiş hayvanlardan bazılarının soyunun tükenmiş olduğunu, ancak soy temsilcilerinin bugün hâlâ yeryüzünde dolaştığını anlıyoruz. Örneğin, soyu tükenmiş olan Daeodon domuzunun bugünkü yaban domuzun iki katı iriliğinde olduğu düşünülmekte.
Taş Devri’nin olan en değerli hammaddesi çakmak taşıydı. Teknolojik gelişme düzeyi ise çakmaktaşı yongalarından el baltaları, kesiciler ve ok uçları üretimiyle sınırlıydı. Hayvan derisini kazımaya yarayan kesiciler de çakmaktaşından elde ediliyordu.
Taşın kemiklerinden ilik çıkarmak için bir araç olarak kullanılması, insanın düşünsel yaratıcılığında kritik bir adım olmuştur. Bir diğer kritik adım, bir sanat üretme aracı olarak doğadan boya elde etme ve boyaları karıştırma tekniğinin geliştirilmesi olabilir.
Metal kullanmayı öğrenene kadar taş, kil, kemik, boynuz ve ahşaptan araçlar üretildi. Örneğin dikiş iğnesi ve olta iğnesi kemikten ya da ahşaptan yapılıyordu. Dikiş iğnesinin kendisi küçüktü ama ilk insanların yaşam konforunu artıran büyük bir buluştu.
Paleolitik’in son dönemine gelindiğinde ayakkabı, yorgan, çanta, kemer yanı sıra giysiler de mamut, geyik ve ayı gibi hayvanların postundan üretiliyordu. Bu üretim tesadüfi değil, belli bir gereksinmeyi doyurmaya yönelikti.
Aynı şekilde, ladin ağacından yapılmış mızrakların ucunda sivriltilmiş boynuz kullanmak da iyi düşünülmüş bir teknikti. Tüm bunlar, insanın belirli bir üretim hedefiyle plan yapma düşüncesinin gelişmeye başladığının işareti olarak kabul edilebilir.
Taş Devri, insan evriminde yaşamın en zor ve buna paralel değişimin de en yavaş olduğu dönemdi. Yaşam kendine özgü zorluklarla doluydu; düşünün ki süpermarketler, bankalar, alışveriş merkezleri, akıllı telefonlar ve hatta internette mağara kiralama siteleri bile yoktu.
İnsanlığın ortak atası olan Homo sapiens, zorluklardan yılmamış, uygarlığın gelişimi için işbirliği stratejileri geliştirmiştir. Yaklaşık 70 bin yıl önce Afrika’dan göç eden Homo sapiens, yalnızca tropik bölgeleri değil, tüm dünyayı kolonileştirdi. Bunun sonucunda sosyoekonomik ve kültürel yaşam her bakımdan hızlanmış ve en önemli gelişmeler Homo sapiens döneminde yaşanmıştır.
halilocakli@yahoo.com