“Bundan 20 yıl önce Fuji Dağı’na tırmandım ben.” Hangi ortamda olursa olsun sarf edildiği an gıptayla karışık bir iç çekme sessizliği yaratır bu cümle, tecrübeyle sabit.
O yıllarda yani daha genç olduğum zamanlarda kendimi dağlara tepelere vurma durumum vardı. Tırmandım hakikaten.
Yine de “tırmandım” deyince hurdahaş olmuşum gibi bir yanılgı yaratmak istemem. Japonya’dan söz ediyorum sonuçta. Son derece organize, son derece güvenli bir rotada tüm ihtiyaçların hesaba katıldığı bir deneyimdi.
Dağın eteklerinden zirvesine kadar tüm güzergâh boyu birbirine belirli uzaklıklarda dinlenmek, uyumak, yemek, içmek, hatta duş almak gibi temel tüm ihtiyaçlara yanıt veren mütevazi mola barakaları vardı mesela.
Hatta görkemli dağın zirvesine sevdiklerimize kartpostal atabilelim diye bir de postane kondurmuşlardı, görünce çok şaşırmıştım, hatırlıyorum.
Japonya’da kutsal kabul edilen ve karla kaplı zirvesiyle sayısız sanat eserine konu olan Fuji Dağı’na çıkma maceram benim için önemli bir milattır. Anlatayım. Yedi-sekiz saat süren çıkma, tırmanma maceram sonunda Fuji’nin zirvesine ulaştığımda ‘idrak ettiğim’ ilk şey aslında pek doğa insanı olmadığım idi.
Bulutların üzerinde son bulan zirvede eşsiz bir manzara ile karşılaşmıştım. Ancak tam orada, o anda anlamıştım ki ayaklarımın altında uzanan tüm bu şahaneliğe rağmen ben çıplak doğada değil şehrin içinde saatlerce, sokak sokak yürürken çok daha mutlu oluyordum. Bana şehrin içinde yürümek iyi geliyordu, dışında değil.
Bunu anlamak için Fuji’ye mi çıkman gerekiyordu demeyin, “Bilgi esasen deneyimdir”. Ve insan her yaşta kendisi hakkında yeni bilgilere ulaşabilir.
Ormanların içinde, kendi halindeki nehirlerin kıyısında, tatlı eğimli patikalarda, köylerin yakınlarında, kısacası tabiatın kucağında yürümenin meraklısı çok.
Örneğin, Frédéric Gros’un “Yürümenin Felsefesi” isimli harika kitabına göre Nietzsche dere tepe, dağ bayır her gün altı-sekiz saat yürürmüş.
Korkunç baş ağrılarından dikkatini uzaklaştırmak için başlamış uzun yürüyüşlere. Onun çalışma masasının yürüyüşleri olduğu, en önemli eserlerini bu uzun yürüyüşler döneminde verdiği yazıyor kitapta.
Kant da yürümeyi sevenlerdenmiş. Nietzsche ile tarzları çok farklı imiş gerçi. Nietzsche yürüyüşünü kimi zaman tırmanma ile süsleyen tam bir doğa yürüyüşçüsü iken Kant terlemeye tahammülü olmayan, yazları yavaş yürüyen, sıcak basınca hemen gölgeye geçip dinlenen keyfine düşkün bir yürüyüşçüymüş.
Ne Nietzsche ne de Kant ile benzer bir yürüme zevkim var. Biraz daha Yunan bilge stili yürümeyi seviyorum galiba. Bir kere etrafımda insan olsun, her köşeden başka bir öykü çıksın isterim. Etrafıma, etrafımdaki insanlara bakmayı, onlara dair kafamda öyküler kurmayı seviyorum.
Frédéric Gros sözünü ettiğim kitapta Sokrates’in pazar yerleri kalabalık olur diye bilhassa pazarları gezdiğini, Platon’un yürüyerek ders anlattığını, Aristoteles’in lakabının “gezenti” olduğunu anlatıyor ama yine de kırsala ilgi duyulmadığı için iyi bir yürüyüşçü sayılamayacaklarını ima ediyor. Ona göre, bildiğimiz anlamda “yürüyüşçü” oldukları söylenebilecek Yunan bilgeleri sadece Kinikler.
Kinikler her daim başıboş bir şekilde sokakları arşınlar, insanları aşağılar, dehşete düşürürlermiş. Üslupları kaba ve saldırganmış. Halka açık bir meydan bulunca insana dair ne varsa hallaç pamuğu gibi atar, topa tutarlarmış etrafı.
Sinoplu Kinik Filozof Diyojen’i bilirsiniz, hani tahta bir fıçı içinde yaşayan, kendisine “Dile benden ne dilersen” diyen Büyük İskender’e “Gölge etme başka ihsan istemem” diyen Diyojen.
Yürüyebildikleri her yeri evi olarak görürmüş Kinikler. Öyle bir tarafı var yürümenin sahiden, arabaya, motora, bisiklete benzemiyor yolculuğu; gidebildiği her yeri kendi fethetmiş hissi uyandıran gururlu bir edası oluyor yürümenin.
Dedim ya, yürümeyi oldum olası severim. Yaşadığım ya da gezdiğim tüm şehirleri yürüyerek tanıdım. İş hayatımın en yoğun dönemlerinde dahi şehrimin sevdiğim mahallelerini her fırsatta uzun uzun dolaştım. Önceleri yarı-zamanlı yürüttüğüm flanörlük kariyerimi iki yıl önce emekli olmam ile birlikte tam zamanlı gerçek bir işe dönüştürmeyi başardım.
Flanör (Fr. flâneur), ‘aylak kent gezgini’ anlamında kullanılan Fransızca kökenli bir sözcük. Genel olarak herhangi bir amacı olmadan, sakince şehrin sokaklarını dolaşan, şehir üzerine düşünen ve gözlem yapan bir karaktere işaret ediyor. Fransızca eril-dişil ayrımı olan bir dil olduğundan “flanör” ve “flanöz” diye iki kullanımı var ama izninizle ben diğer sözcüğü yok sayarak ilerleyeceğim.
“Aylak” sözcüğünün çağrışımı bizde biraz olumsuzdur ama kentli aylak derken aslında bir hayat araştırmacısı gelsin aklınıza. Şehrin içinde sokakları, mahalleleri, pasajları, meydanları aklınıza gelen neresi varsa işte oraları dilediğince gezen, bunu yaparken de kendini ve hayatı anlamayı iş edinen bir insan.
Yürümek ciddi iştir bilesiniz! Evet, yürümek için sadece bir ayağını diğerinin önüne atmak yeterlidir ancak kolaylığı sizi yanıltmasın. Onun da bir usulü, bir adabı var sonuçta. Bana göre iki temel kriteri var esaslı yürümenin. İlk olarak kendinizi yürümeye bırakmayı bilmeniz gerekir. Yürüme konusunda kendine güvenin ilk emaresi yavaşlıktır diye düşünüyorum.
Uhuletle ve suhuletle yürümekten, bir yere yetişmek zorunda olmadığınız türde bir yürüme eyleminden söz ediyorum. Ne telaşa benzer bir ritmi ne de düpedüz salınmaya benzer bir boş vermişliği vardır. Siz ona kendinizi bırakırsanız o da size karşılık verir. Huzura benzer bir hisle yürürsünüz ritmi ayarlayınca, ruhunuz havalanır gibi olur. Yürümek demek yola koyulmak demek sonuçta, yola koyulmak demek geride bırakmak demek.
İkincisi ve daha önemlisi, yürürken kendinize eşlik etmeyi bilmeniz, öğrenmeniz gerekir. Zamanla yerine oturan bir zanaatkârlıktır yürümek, inanın. Yalnız yürürüm ben ama yürürken hiç yalnız olmam. O günlerde kafama taktığım şeyler, altında kaldığım sözler, yapamayışlarım, cesaretimin yetmedikleri, üzüldüklerim, öfkelendiklerim, vazgeçişlerim hepsi benimle yürür. İnsanın kendi sesini duyabileceği, kendiyle hasbıhal edebileceği, kendini affedip şefkat gösterebileceği, kimi zaman da kendini azarlayıp haddini bildireceği bir serüvendir her yürüyüş.
Şehrin gürültüsünde kendinizi duymak zor olur diye düşünmeyin. Şehirdeki meydanlarda, daracık sokaklarda, sağınızdan solunuzdan insanlar geçerken, yol üstü dikkatle budanmış ağaçlara bakarak yürürken kokuları, sesleri, görüntüleri ne zaman arkanızda bıraktığınızı anlayamazsınız bile. Bir an gelir kendi sesinizden başka bir ses duyamazsınız kafanızın içinde. Dünyayı sessize almış gibi olur insan, tek kendi sesiniz kalır sizinle konuşan. Unutmayın, sessizlikte daha iyi işitir insan.
Elim değmişken yürümenin siyasi kazanımlarından da mırıldanayım birkaç kuple. Tarihten örnek deyince ilk akla gelen elbette Gandi’nin Tuz Yürüyüşü. 1930 yılı.
Hindistan henüz bağımsızlığını kazanmamış. İngilizler tuz toplama işinde tekel. Hintlilerin bırakın tuz ticareti yapmayı kişisel kullanım için bile tuz çıkarmaya hakkının olmadığı yıllar. Gandi ve talebeleri bunu protesto etmek için 400 kilometrelik yolu 24 günde yürüyor, Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi köyüne geliyor.
Çoğala çoğala gelmişler yol boyu. Yürüyüşün sonunda denize ulaşıldığında sakince yerden çamura bulanmış bir avuç tuz alıyor Gandi, kumsaldaki binlere dönüyor, “Bununla Britanya İmparatorluğu’nu temellerinden sarsıyorum” diyor. Tuz yasası böylelikle ihlal edilince onun çağrısına uyan binlerce köylü tuz çıkarmaya başlıyor, yasa artık işlemez hale getiriliyor.
Adalet…
2017 yılı Haziran’ında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü” de bizim yakın tarihimizden önemli bir örnek. Ankara Güvenpark’tan başlayan bu unutulmaz yürüyüş İstanbul Maltepe’de yüzbinlerce insanın katıldığı “Adalet Mitingi” ile son bulmuştu, hatırlarsınız.
(Aygün Atilla, bianet.org)
Yazının devamı için tıklayın