Toplum, çoğu zaman uyum içinde hareket eden bir sürü gibidir.
Bireyin farklı olması, kendi yolunu çizmesi, bu düzeni tehdit eden bir unsur gibi algılanır. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” mantığı da tam olarak buradan doğar. Farklı olmak, risk almaktır. Ama asıl mesele, risk almak değil, bu farklılığı hazmedemeyen, seni kendisine benzetmek isteyen zihniyetin varlığıdır. Gerici düşünce yapısı, bireyin özgünlüğünü bozgunculuk olarak görür ve onu hizaya getirmek için türlü telkinlerle baskılar. Oysa sürüyle beraber hareket etmek her zaman doğru değildir; sürüden farklı yöntemlerle hareket ederek, bazen en büyük keşifler, en cesur değişimler, sürüden ayrılabilme, farklı düşünebilen ve o cesareti gösterenlerden gelir.
Hayatta bazı insanlar, kendileri gibi olmayanları, kıskandıkları, çekemedikleri ve bu farklı olma cesareti gösterenleri adeta bir film izler gibi takip eder. Onların özgünlüğü, bu cesareti gösteren kişilerin hayatlarına dışarıdan bakar, ancak çoğu zaman kendi hayatlarında bu cesareti gösterme gücünü bulamazlar. Bu, bir tür pasif gözlemcilik halidir; başkalarının özgünlüğünü ve dürüstlüğünü hayranlıkla izlerken, kendileri için aynı özgürlüğü yaratmaya cesaret edemezler.
Bu durum, toplumsal normlara, grup içinde kabul görme ve baskılara duyulan bağlılıktan kaynaklanabilir. İnsanlar, kendilerinin “doğru” olduğunu düşündükleri bir düzene uymak için başkalarını eleştirebilir ya da yargılayabilirler ama aslında en büyük yargı, kendi içlerinde verdikleri kararlardır. Gerçekten özgür olmak, toplumun dayatmalarını aşmak ve kendi benliğini bulma cesareti her zaman bir yolculuktur. Ve evet, bu yolculuk zaman alabilir ama cesaret gösterildiğinde değişim mümkün olur. Belki de yalnızca, yapamadıklarını yapan birini görmek, kendilerine dair susturdukları bir gerçeği yüzlerine vuruyordur. Bu da onları psikolojik olarak mutsuz ediyordur.
Bu yüzden hayatta sadece izleyici olan bir kesim vardır. Kendileri bir şey üretemeyen, cesaret edemeyen, risk almayan bu insanlar, başkalarının hayatlarına dair dedikodu yaparak varlık gösterirler. Onların gözünde, asıl yaşayanlar sahnedeki oyunculardır; kendileri ise sadece figüran… Asla başrol olamayacaklarını düşündükleri için, başkalarının hayatlarını konuşarak kendilerini var etmeye çalışırlar.
Fakat işin ilginç tarafı şudur: Bu izleyiciler, kimi zaman sahnedeki insanlara yaklaşmaya çalışır. “Ben de senin gibiyim, senin gibi düşünüyorum” derler. Oysa bedel ödeyen kendileri değildir. Onlar yalnızca amigoluk yaparak, cesur insanların gölgesinde bir yer edinmeye çalışırlar. Fakat gölge, hiçbir zaman ışığın yerine geçemez. Kendini gerçekleştiremeyen insan, ne kadar konuşursa konuşsun, ne kadar başkalarına tutunursa tutunsun, aslında kendisine ihanet etmiş olur.
Gerçek cesaret, başkalarının hayatlarını izlemek değil, kendi hayatını yaşamaktır. Çünkü izleyici olmak kolaydır; zor olan, sahneye çıkıp kendi hikâyeni yazmaktır.
Her insan, farkında olarak ya da olmayarak, dış dünyaya bir hikâye anlatır. Konuşma tarzı, yürüyüşü, bir çiçeğe yaklaşımı, bir hayvana duyduğu merhamet ya da bir insana yönelttiği bakış… Bunların hepsi, onun iç dünyasından süzülerek dış dünyaya yansıyan ipuçlarıdır.
İnsanın kim olduğunu keşfetmesi, onun varoluşunun temel sorularından biridir. Psikolojik olarak ise, sergilenen küçük davranışlar, bilinçaltının yansımalarıdır. Örneğin, bir çiçeği uzun uzun koklayan birinin doğaya ve güzelliğe duyarlı bir ruha sahip olduğu düşünülebilir. Yolda bir kediyi seven birinin şefkat ve merhamet duygularıyla hareket ettiği hissedilebilir. Gözleri ışıldayan birinin, hayata karşı umudunu koruduğu düşünülebilir.
Elbette ki bu ipuçları kesin sonuçlar vermez, ancak insan zihni bu tür işaretleri anlamlandırmaya programlanmıştır. Ve bu keşfi dış dünyaya nasıl yansıttığı ontolojik bir meseledir. “Ben kimim?” sorusu yalnızca bireyin kendisiyle sınırlı kalmaz; başkaları da bu soruya kendi gözlemleriyle cevap verir. Çünkü birey, yalnızca kendi benliğinde var olmaz, toplumun içindeki yansımasıyla da bir anlam kazanır. İnsanın dış dünyadaki izleri, toplumsal normlar, kültürel kodlar ve alışkanlıklarla şekillenir. İnsan, bireysel olarak ne kadar özgün olursa olsun, yaşadığı toplumun değerleri ve dinamikleri içinde hareket eder. Dolayısıyla bir insanın davranışları, sadece onun bireysel karakterini değil, aynı zamanda içinde bulunduğu toplumun ona yüklediği anlamları da yansıtır.
Ancak burada önemli bir paradoks vardır. İnsan kendini ne kadar saklamaya çalışırsa çalışsın, bir şekilde kim olduğunu belli eder. Belki bir bakış, belki bir jest, belki de bir detay… Tıpkı bir sanatçının fırça darbelerinin onun ruh halini ele vermesi gibi, her insan da kendi hayatına attığı fırça darbeleriyle ruhunu açık eder.
Bu yüzden, çevremizdeki insanların detaylarını gözlemlemek, onların kim olduklarını anlamamız için önemli bir anahtardır. Ama unutmamak gerekir ki, herkesin içinde farklı yüzler, farklı hikâyeler saklıdır. Gördüklerimiz, gerçeğin yalnızca bir katmanıdır; derinlerde ise her zaman daha fazlası vardır.
Toplumda sıkça kendini saklayan, gerçek yüzünü gizleyen olumsuz bir düşünce çokça vardır: “Ben sahip değilsem, sen de olamazsın” ve “Ben başaramıyorsam, sen de başaramazsın.” Bu anlayış, bireyin kendi eksikliklerini kabullenmek yerine, başkalarının yükselişini engellemesiyle ortaya çıkar. İşte burada “Yengeç Sendromu” devreye girer. Aynı şekilde, bazı insanlar başkalarının başarısına tahammül edemez çünkü bu onların kendi başarısızlıklarını yüzlerine vurur. Bu sendromu hayatın birçok alanında görmek mümkündür; iş yerinde yenilikçi bir fikir getiren biri, desteklenmek yerine engellenir. Aile içinde risk almak isteyen birine, başarısız olacağı söylenir.
Toplumda öne çıkan biri, hemen dedikodu ve eleştirinin hedefi olur. Bu insanlar, kendi yollarını açmak yerine, başkalarının yolunu tıkamakla meşguldür. Ancak unutulan gerçek şudur: Yengeçler birbirlerini çekerek kovada kalır. Oysa biri özgürlüğüne kavuşsa, diğerlerine de bir yol açabilir. Gerçek başarı, başkasını aşağı çekmekle değil, kendi yolunu çizmeyle kazanılır. “Yengeç Sendromu” na kapılmadan, sizi engelleyenlere kulak asmadan ilerlemek, özgürlüğe giden tek yoldur.
İnsanlar, kendi hatalarını görebilmeli ve eleştirdikleri insanlar hakkında hiçbir şey bilmedikleri için dedikodu yapmaktan vazgeçmelidir. Unutmayın ki herkesin kendi düşüncelerini ve seçimlerini yapma hakkı vardır; hiç kimse sizin gibi olmak zorunda değildir…
Fotoğraf: Nazi selamı vermeyi reddeden August Landmesser.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: