Uzun zaman önceydi. Arkadaşlarımızın evine yemeğe davet edilmiştik. Gittik. Kapının tam karşısındaki salonda yemek öncesi sohbet ediyorduk.
Birden “yangııınnn” çığlığı ile kafamızı çevirdik ki ne görelim; giriş kapısının önü dumanla kaplanmış. Yangın diye bağıran da salonun kapısında dikilen minik kız çocuğu.
Dördümüz birden dumana doğru koştuk. Yangın mutfaktaydı. Arka arkaya mutfağa girdik. Ocaktaki tencere yanıyordu ve ocağın üstüne denk gelen dolap da tutuşmuştu. Bu manzarayı hepimiz aynı anda gördük ama hepimiz farklı davranışlar sergiledik.
Mutfağa ilk ulaşan evin hanımı anında ocağın üstündeki tencereyi yakaladığı gibi lavabonun içine taşıdı. Tam musluğu açıyordu ki o anda mutfağa girmiş olan eşim (yani o zamanlar eşim) “sakın açma” çığlığı ile onun elini bastırarak musluğu açmasını son anda engelledi. Üçüncü olarak mutfağa giren ev sahibi bey hemen yerdeki kilimi yanan dolap kapağının üstüne bastırarak kapattı. Ben son olarak girdiğimde yangın kontrol altına alınmıştı bile. Her şey bir anda olup bitti.
Onlar camları açıp yerleri süpürür gibi havalandırarak dumanı azaltmaya çalışırlarken ben geri dönüp olduğu yerde donup kalmış olan çocuğu kucaklayarak salona geçip oturdum. Biraz sonra diğerleri de döndü ve doğal olarak olayı konuşmaya başladık.
Ev sahibesi o gün yemek pişirmek için epeyce mutfakta kalmış ki mutfağı seven biri değildir. Biz gittiğimizde de derin bir tenceredeki bol sıvı yağın içinde patates kızartmaktaymış. Bize kapıyı açıp salona buyur ettikten sonra patatesi falan unutup sohbete daldığı için aşırı kızan onca yağ sonunda tutuşmuş. Sohbetin ne kadar dibine vurduysak artık, ne o ocaktaki yağı hatırlamış ne de biz yanık yağın kokusunu duymuşuz.
Bu noktada hatırlamamız gereken bir beyin gerçeği var. Eğer bir koku sürekliyse veya hafif hafif artarsa beyin bunu fark edemiyor. Bunun illaki yanık kokusu olmasına gerek yok. Bedeni teke gibi kokan insanların kendi kokularını duymamaları gibi, evdeki çöp koksa bile içerdeki fark etmediği halde dışardan gelenin fark etmesi gibi pek çok örneği var bu durumun. Eminim sizin de benzer tanıklığınız vardır. “Yavvv, nasıl olur da bu yoğun kokuyu duymaz, burnu mu köreldi” diye şaştığımız pek çok durumu bizzat yaşamamışsak bile hikayesini dinlemişizdir. Sorun burunda değildir. Burun algıladığını merkeze iletir ama merkez vurdum duymaz olunca burun ne yapsın.
Beyinsel bu sorun sadece kokuya özgü de değildir. Örneğin diyelim ki kitap okuyorsunuzdur, akşam üzeri hava yavaş yavaş kararmıştır, o sırada içeri giren biri “neden karanlıkta okuyorsun?” deyince fark edersiniz karanlığın çöktüğünü. Gözünüz aşamalı geçişe uyum sağlamış ve de beyniniz akşam olduğunu fark edememiştir. Bu başka duyular için de böyledir. “Beyin böyle durumları fark edemez” dediğim şeyin aslı astarı, beynin fark etmemesi yani dikkatsizliği değil, sürekli var olanı yok sayması durumudur. Beyin sadece ani ama şiddetli olan duyuyu algılamak üzere programlıdır. Salak beyin lafını boşuna yakıştırmadım ben…
Son zamanlarda yaşanan büyük yangın katliamlarından sonra benim patates tenceresi hikayem pek önemsiz bir şey gibi görünebilir ama ben gene de anlatmaya devam etmek istiyorum. Hele son katliamın başlatıcısı da patates kızartması olunca…
Bulunduğumuz yer dubleks bir daireydi. Girişin sağında üst katın merdivenleri solunda ise mutfak vardı. Yangın mutfakta çıkmış, üst kattan inen evin kızı tam karşısındaki dumanı görmüştü. Kız küçücüktü ama dumanı görünce “yangın” diye bağırmıştı. Kucağımdaki çok korkmuş çocuğu sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da sordum. Meğerse bir hafta önce kreşte yangın tatbikatı yaptırılmış ve duman gördüklerinde “yangın var” diye bağırmaları öğretilmiş. Bu eğitim belki de çocuk dahil beşimizin hayatını kurtarmıştı. Çünkü refleks olarak bağırmak gayet normal bir davranışsa da sizin de duyduğunuz gibi son yangında sadece alarmların çalmaması değil, bağırarak uyaranın olmayışı da sorundu. Sonuçta konu ne olursa olsun eğitim şart. Reflekslere içgüdülere güvenmekle olmuyor. “Duman gördüğünüzde yangın var diye bağırmanız gerekir” diye herkese tek tek öğretmek gerekiyor. Elbette iyi ki bu çocuğa eğitim verilmiş. Ancak iyi ki tam o sırada merdivenlerden aşağı inmiş. Şans faktörü olmasa…
İşin şansa kaldığını biz de çok geçmeden anlamıştık. Çünkü evde yangın tüpü bulunmadığını, olması gerektiğini bildiğimiz halde bulundurmayı ihmal ettiğimizi konuştuk beraberce. Gerçi bizim evde 2 tane yangın söndürme tüpü vardı o sıralar. Ben birini mutfağa birini de giriş kapısının yanına koymuştum ama gerekmemiş ve hiç kullanmamıştım. Genellikle de kapıyı açık bırakmak istediğimde kapanmasın diye önüne ağırlık olarak koyuyordum. O gün orada itiraf ettim ki köpük sıktığını bildiğim bu tüplerin nasıl kullanıldığını hiç bilmiyordum. Merak edip bir kere bile açıp püskürtmeyi denememiştim. Zaten alet özürlüyümdür, ihtiyaç olsa eminim açmak için kurcalarken ev yanardı da ben püskürtmeyi beceremezdim. Arkadaşım nasıl kullanılacağını biliyormuş ama onun da evinde yoktu zaten.
Türkiye’de herhangi bir evde “yangın dedektörü” bulunması ise o zamanlar bir lükstü. O gün konuştuk ki benim çalıştığım klinikte de yoktu. Koridor duvarına dayalı kırmızı boyalı bir tahta merdivende gene kırmızı boyalı kova ve kazma kürek dururdu. Yangın sonrasında kurtarma çalışması için. O yıllarda yangın uyarıcı duman dedektörü hak getire.
Ben emekli olduktan sonraydı. Bir gün Bakırköy Nöroloji Kliniğinin çatısı tutuşmuş hastaları tahliye etmek hasta bakımıyla görevli personele düşmüştü. Nasıl yapıp ettilerse becermişlerdi. Nöroloji Kliniğinde yatan hastaları dışarı taşımak öyle kolay iştir sanmayın. Hastaların çoğu yatalaktır, o yüzden karyolalarıyla taşınmaları gerekir. Asansör ise bir tanedir ve koca klinikteki onca hastayı tek tek asansöre koyup dışarı taşıyana kadar zaten bina kazma küreklik olur.
Benim eski kliniğimdeki yangın da mutfakta altı açık unutulan yemek yüzünden çıkmıştı. Sanırım dolaplar da tutuştuğu için mutfaktan da çatıya atlamıştı. O yangında can kaybı olmamasını da yangının üst katta olması sağlamıştı. Yangın alt katların birinde çıksa duman yukarı yükseleceğinden asansör de dumanla dolacaktı. Zaten asansörün mutfağa bitişik olduğu o zamana kadar kimsenin dikkatini çekmemişti. Bu yangın üst katta olmasına rağmen, mutfaktan çıkan duman komşuluk yüzünden gene de asansör boşluğuna yayılmıştı. Binanın dışında demirden yangın merdivenleri vardı aslında ama orayı sadece bilinci açık ve kendisi yürüyebilen kişiler kullanabilir ki bir Nöroloji Kliniğinde bu vasıfta hasta azdır. Nöbetçi personelin büyük çabası bir yana, anlaşılan gene de şans yaver gitmişti, yoksa…
Bizim ev yangını sonrası sohbetimiz sırasında henüz benim eski kliniğim tutuşmamıştı ama biz o sırada çalıştığımız yerlerin de ne kadar korunmasız olduğunu konuşmaktaydık. Dördümüz de hekimdik. Benim kliniğim gibi arkadaşımın muayenehanesinde de eşlerimizin çalıştığı hastanelerde de yangın dedektörü yoktu. Benim evimde de arkadaşımın lüks evinde de yoktu.
Amerika’da lüksü bırak gecekondu bile olsa bu dedektörlerin tavanda bulunması zorunlu. Ben de Amerika’da yakından gördüm öğrendim zaten. Evimdeki dedektör minicik bir kutu ve içinde bir tek pil var. Pili bitince avaz avaz bağırarak bittiğini de haber veriyor. Üstelik üç kuruş. Yemek pişirirken fazlaca duman çıksa bile ötmeye başlıyor, hem de ne ötme, yeri göğü ayağa kaldırıyor. O nedenle geçmişten vazgeçtik de şimdilerde hepimizin evinde, iş yerinde, okullarda, otellerde özetle yaşanan her bir mekânda bu dedektörler neden yok, anlaşılır gibi değil.
Tekrarlıyorum, bunlar üç kuruşa mal olan minicik aparatlar. Herkes kolayca edinebilir. Dumanı fark edince ciyakladıkları için hiçbir işe yaramasalar bile uykuda dumandan boğulmayı engelleyebilirler. Dediğim gibi beyin yavaş yavaş artan yanık kokusunu uyanıkken bile fark edemez çünkü. Çiyaklayan bir ses gerekir. Yangın var bağırtısı gerekir.
Arkadaşımın evindeki yangında yaptıklarımızı sonrasında defalarca düşündüm. Tencereyi çıplak elleriyle tutup lavaboya taşıyan arkadaşımın parmakları yanmıştı. Neyse ki tencerenin kulpu ısı yalıtkandı da yanığı ileri derece olmadı yoksa parmaklarından olabilirdi. O anda tamamen refleks olarak davranmış, ellerini düşünememişti. Tutuşmuş yağın üstüne su tutulamayacağını da düşünememişti. Eğer son anda engellenmeseydi de musluğun suyu kaynayan yağın içine akıtılsaydı öyle çok yağ öyle bir sıçrardı ki muhtemel yüzü tümüyle yanardı. Bu tehlikeyi de düşünememişti. Arkasından çığlık atarak müdahale eden ise düşünebilmişti. Oysa ikisi de doktordu. Arkadaşım salak biri değildir. Bu farkı yaratan sadece ikisinin tecrübelerinin farkıydı. Musluğa uzanan çocuk hekimiydi, engelleyen ise cildiyeci. Çocuk doktoru yanan birini çok belki de hiç görmemişti. Çocuklar yanmadığından değil, büyüklerden de daha çok yanıyorlar ama çocukçunun muayenehanesine götürülmüyorlar doğal olarak. Cildiyeci ise pek çok yanık vakası tedavi ettiği için pek çok yanma hikayesi de dinlemişti. Kilimi kapıp yangının oksijen kaynağını yok eden ise Genel Cerrahtı. O da branşı yüzünden hepimizden fazla yanma hikayesi dinlemişti…
Benim nasılsa yangın söndü diye ortadaki enkazla ilgilenenleri bırakıp çocuğun korkusu ile ilgilenmem de branşım yüzündendi. Oysa asıl anne ve babasının derhal çocuğa yönelmesi gerekmez miydi? Ben o kızı çok severdim ama hiç anne babasının sevdiği kadar seviyor olabilir miyim? Benim önceliğimi yaratan “Akıl Hastanesi Doktoru” olmanın verdiği insan psikolojisi hassasiyetimden. Çocuk doktoru olan annesi ve cerrah olan babası, yangını fark eden çocuklarını akıl edebildiklerinde biz ikimiz çoktan gevşemiştik bile. Görüldüğü üzere bu ani gelişen olay karşısında hepimiz sadece en iyi bildiğimizi yapmıştık.
Büyük otel katliamında bir hekimin birçok kişinin hayatını kurtardığını duymuşsunuzdur. O hekimin dağcı olduğunu yani kurtarma konusunda eğitimli olduğunu da. Hekimlerin yardım ve kurtarma eğitimi aldıklarını sanmayın. Dağcı değilim ama hatırı sayılır bir dağ yürüyüşü geçmişim vardır benim de ama kurtarma konusunda hiçbir şey bilmem. Ben aynı otelde olsaydım bırak başkalarını kendimi kurtarabilir miydim emin değilim. Oysa dağcı doktor kurtarma eğitimi almıştı. Demek ki eğitim de eğitim…
Yangın karşısında nasıl davranılacağını sorarsanız bütün hekimler size doğru öğütler verebilir. Ancak görüldüğü üzere iş başa düştüğünde aynı verim oluşmuyor. Çünkü “duyma, görme ve yapma” pratiğinden geçmeden gerçekler hayata geçmiyor. Ani bir durum karşısında akıl değil, düşünce değil, refleks ve içgüdüler harekete geçiyor.
Akıl başa zaten hep geç gelir. Salak beyin, önce aklı değil refleksleri harekete geçirir. O yüzden doğru refleksler edinmek gerekir. Bunun da tek bir yolu vardır: Tekrarlamak. Çünkü beyin söyleneni değil, anlatılanı değil, görüleni bile değil, tekrar tekrar yapılanı öğrenir. Tatbikatlar o yüzden yapılır. Eğitim denilen şey odur.
İşi refleksleştirmek yani otomatiğe bağlamak için aralıklı olarak tekrarlamak gerekir: Yangın var diye bağıracağız. Yangın tüpünü açıp kapatarak elimizi alıştıracağız. Alarmı çalıştırıp yangın yokken binayı tahliye edeceğiz. Ve bunları bir kez değil defalarca yapacağız. Aynı gün aynı anda değil tekrarı da zaman aralıklı olarak yapacağız. Ki, beyin otomatımız öğrensin, reflekse dönüştürsün.
Eğer bunları yapmak yerine, gene mi yangın tatbikatı diye alarm çalınca yöneticiye kızmakla yetinip yerimizden kıpırdamaz, yaşam alanlarımıza dedektör taktırmayı zül sayar, var olan dedektörleri kapatmayı marifet bilirsek “adam otelden o kadar para kazanıyormuş ama gereken önlemleri almamış” diye öfkelenmeyi de marifet biliriz.
Tekrarlaya tekrarlaya beynimize en iyi öğrettiğimiz şey; hatalı olan “o”nlara kızmayı ve söylenmeyi sürdürmektir.
Koruyucu yasaları yandan dolanmak için rüşvet verenleri ve rüşvet alarak iş tutanları savunmak değil derdim. Cüzdanlarını kalınlaştırmak için insan canını bozuk para gibi harcayanların yancısı falan da değilim. “O”nlar yüzünden o kadar insan katliama uğrarken kişisel önlemlerden ve ihmallerden söz etmemi beğenmeyebilirsiniz. Sonuçta bizim ihmalimiz bir bilemedin birkaç kişinin canına mal olur. Ancak ihmal kurbanı her can, candır, sayı değil. Üstelik ihmal ettiğimiz her önlem o en çok sevdiğimizin canına mal olabilir.
Son katliamın ardından birisi “Sırası gelen gidiyor. Allah kimseye bu kadar acı bir ölüm yazmasın. Amin” diye yazdı. Sorarım size: Bu lafın “madenciliğin fıtratında var” lafından ne farkı var? Peki tevekküle de takıntı yapmayayım mı ben şimdi? İnsan kastı ve kusurundan kaynaklanan her belaya Allah böyle yazmış diyenler, Allah adına malı götürenlerin varlığının garantisi ve de yancısı değil mi?
Her bir yeni bela karşında “Allah (beni/bizi) korusun. Amin” demek yerine evimizin ve işyerimizin yangın önlemlerini, deprem önlemlerini… kontrol etmeyi hatırlamalıyız. Sözlüklerden “bir şey olmaz” lafını çıkarmadan iflah olmayacağız. Bir şey oluyor, çok şey oluyor ve biz de suçluyuz vesselam.