Sabahın sessizliği, aniden ve ısrarla çalan kapı zilinin yankısıyla dağılıp sizi uykunuzdan koparıyor…
Kaygıyla kapıya yöneliyorsunuz, beklenmedik bir manzara sizi karşılıyor: Silahlı askerler size ve ailenize derhal onlarla birlikte gitmenizi haykırıyor. Şok içindesiniz ve o an neler olup bittiğini anlayamıyorsunuz.
Yüzlerce insanla birlikte, gidilecek yeri bilmeksizin bir trene bindiriliyorsunuz. Vagondaki herkesin Yahudi olduğunu fark ediyorsunuz. Kalabalık içinde kaybolmuş bir şekilde, bilinmezliğe doğru ilerliyorsunuz. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından tanımadığınız bir yere varıyorsunuz.
İnmeniz isteniyor, herkes gibi kafanız karışık, çevreye korku dolu gözlerle bakıyorsunuz. Ancak aniden acı gerçek sert bir şekilde yüzünüze çarpar: Burası bir toplama kampı. Nice akıl almaz zorlukla tanışacağınız bir Nazi kampına getirildiğinizi anlıyorsunuz. Tanımadığınız bir yerde, korkunç bir belirsizlik yüklü bir atmosferde bulursunuz kendinizi.
Varışın hemen ardından tek sıra halinde sıraya girmeniz isteniyor. Kızgın bir Nazi subayı tek sıra halinde yürümelerini ve bazılarının sağa, diğerlerinin sola ayrılmalarını ister. Sağa veya sola ayrılmak, o gün sağ kalıp kalmayacağınızı belirleyecektir. Tam o an, yaşam ile ölüm arasında ince bir çizgide yürüdüğünüzü fark edersiniz. Bu, ya sola ayrılıp hemen öleceksiniz ya da önce “Häftling” yani tutuklu olarak çalıştırılacaksınız ve sonra öleceksiniz demekti.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Auschwitz ve Dachau’da bulunmak, milyonlar için inanılmaz derecede zor bir deneyimdi. Tutuklular sürekli olarak aşağılanmaya, hakarete ve insanlık dışı çalışma koşullarına maruz kalıyorlardı.
Yol, demiryolu, baraj, tünel inşaatında, taş ocaklarında, gaz odalarında ve krematoryumlarda kimyasallarla çalışmak gibi ağır koşullara katlanmaları isteniyordu. Ayrıca, enfeksiyon ve aşılama deneyleri ile ağrı eşiği dayanıklılık testlerine de sessiz kalmaları isteniyordu. Bu kampları bilmeyenler için açlığa, soğuğa, uykusuzluğa alışmayı ve sağ kalmak için çabalamayı hayal etmek zordur.
Yukarıda anlatılanlar toplama kampından sağ kurtarılan birkaç kişiden biri olan Viktor Frankl’ın (1905-1997) birebir yaşayarak tanık olduğu olaylardır. Üstelik kampta annesini, babasını, kardeşini ve eşini kaybetmişti. Yaşadığı pek çok zulüm, acı ve zorluğa karşın Frankl anlam arayışından vazgeçmemiş ve umudunu canlı tutmayı başardı.
Kamplarda geçirdiği süre boyunca insan yaşamında nelerin gerçekte daha önemli olduğunu derinden sorguladı. Sürekli gözlem ve analizler yapıyor, düşünceler üretiyordu, ancak bunları yazabileceği materyali yoktu, bu yüzden belleğinde tutmaya çalışıyordu. Kampın karanlık yönlerinin yanı sıra umudu da içeren deneyimlerini deftere not alır gibi yapıyor, bunu zihninde canlandırıyordu.
Özgürlüğüne kavuştuktan sonra ilk isteği yıkanmak değil, kalem ve defter oldu. Aklındaki notları heyecandan unutmadan hemen yazmak istiyordu. Hiç ara vermeden, dokuz saat boyunca duygu ve düşüncelerini kâğıda dökerek adeta acı ve umudun öyküsünü yazdı. Frankl, bu notları daha sonra genişleterek milyonlarca insanın hayatına dokunan “İnsanın Anlam Arayışı” adlı bir kitaba dönüştürdü.
Kampa yolculuğunun ilk anlarından kurtuluşuna kadar yaşadıkları, yaşamın anlamını arama konusundaki düşüncelerini derinden etkiledi. Ölümle burun buruna yaşadığı anlarda bile, anlam yüklü bir yaşam süren insanların sağ kalma olasılığının daha yüksek olduğunu gözlemledi. Ona göre, anlam, dışarıda durduk yere bulunacak bir olgu değil, zorluklarla yüzleşirken yaratılan bir içsel bir süreç ve tutumdur.
Normal hayatında nörolog ve psikiyatrist olarak çalışan Viktor Frankl, kitabında insanın “anlam arayışının” hayatta kalma isteği kadar güçlü olduğunu vurgular. İnsanın varoluşsal kaygılarla yüzleşerek ve anlam arayışına girişerek olgunlaşabileceğini ve daha sorumlu birey haline gelebileceğini belirtir.
Frankl, anlam arayış sürecinin insanın üretkenliğini, yaratıcılığını ve umudunu canlı tutma potansiyelini ortaya çıkardığı düşüncesinden yola çıkarak, logoterapi adını verdiği bir psikoterapi yöntemi geliştirdi.
Logoterapi, bireyin yaşamın anlamını keşfetmesine ve bu anlam doğrultusunda yaşamını biçimlendirmesine yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bu terapi, kişilerin özgün yaşam değerlerini ve amaçlarını tanımlamalarına olanak tanır. Böylece bu amaçları gerçekleştirmelerine destek olarak daha derin bir içsel konfor elde etmelerine ve daha huzurlu bir yaşam sürmelerine katkı sağlar.
Frankl, her bireyin yaşamının anlamını çeşitli yollarla bulabileceğine, bu anlamın zaman içinde değişebileceğine ve kişinin buna uygun yaşaması gerektiğine inanıyordu. Bu inancın, toplama kampında sağ kalmak ve zorlukları aşmak için umudunu canlı tutmasını sağladığını anlatıyordu. Kitabı, umudun insanın yaşama sıkı sıkıya sarılmasının en önemli itici güçlerinden biri olduğunu anlatan ilginç bir örnektir.
Frankl, acı ve zorlukların kaçınılmaz olduğu Nazi kampı ortamında bile insanın kendine bir içsel özgürlük alanı yaratabileceğine ve yaşama umudunun orada yeşerebileceğine inanıyordu. Bu düşünceyle, en karanlık zamanlarda bile umudun, yaşama anlam katacak bir ışık bulmamıza ve o yönde gitmemize yardımcı olabileceğini vurguluyordu.
Viktor Frankl’ın varoluşçu psikolojisi zaman içinde daha da geliştirilmiş ve çeşitli terapötik yaklaşımlara entegre edilmiştir. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, Frankl’ın düşünceleri 20. yüzyılın birçok alanında önemli etkiler ortaya koymuştur.
“İnsanın Anlam Arayışı” kitabı, güçlü bir umut manifestosu olarak değerlendirilebilir. Bu eser, bireyin kendi beklentilerine odaklanmak yerine yaşamın ondan ne beklediğini anlamanın önemi üzerinde duruyor. Kitap, yalnızca Nazi kampı tutukluları için değil, zorluklarla başa çıkmaya çalışan herkes için umut ve ilham verici mesajlar içeriyor.