Çalışma hayatım süresinde yaptığım en enteresan işlerden biri su satmak olmuştur. Aslında, turizm yatırımları, işletmeciliği ve uluslararası düzeyde tur operatörlüğü yapan bir şirketti çalıştığım. Ancak, garip bir nedenle Bursa Derekızık Köyü’nde çıkan Elmas Su’nun üretim ve pazarlamasını yapan bir şirketin de sahibiydi.
Bursa yöresinde çok iyi tanınan bu su kaynağını PET şişelere doldurup satışını gerçekleştirirdik. Derekızık’taki fabrikaya granül olarak gelen PET, burada önce deney tüpü formunda ara ürünlere dönüştürülür, sonra sıcak havayla şişirilerek değişik boyutlarda şişelere dönüştürülürdü . Kaynaktan gelen su bu şişelere doldurulur, kapakları takılır ve kolay taşınabilmesi için “shrink” adı verilen naylon esaslı bir malzeme ile paketlenirdi. Şirketin PET granülleri, “shrink” ve kapak satın almakla başlayan iş akışı, ürünün satışı ve yüklenmesiyle sona ererdi.
Türkiye’de şişe su aslında diğer ülkelere göre oldukça ucuza satılır. Piyasaya girmek ve çıkmak da, eğer PET’ten şişeye dönüşü siz yapmıyorsanız, hele hele hijyene fazla dikkat etmeden merdiven altı çalışıyorsanız son derece kolaydır.
Rekabetin bu kadar sert ama pek de adil olmadığı bu sektörde biz de kârlılığı arttırmak için bazı fikirler üretmek zorundaydık. Bunlardan biri de ihracat yapmaktı. Yapılan ön araştırmalar sonucunda İsrail’e su ihraç etmek için bir girişimde bulunulmasına karar verildi.
Potansiyel müşteri adaylarını belirledikten sonra, randevularımızı alıp, satış müdürümüzle birlikte Ocak 2001’de Tel Aviv’e uçtuk. O zamanlar bizim fabrikadan çıkış maliyetimiz yarım litrelik şişeler için 17 cent’ti. İsrail’de 25-26 cent gibi bir fiyata satmayı düşünüyorduk. Mal İsrail’de depoya teslim edileceğinden, Derekızık-Gemlik karayolu, Gemlik-Ashdot gemi ve Ashdot’tan da depoya yine karayolu nakliyesi, elleçleme (*) ve gümrük vs. işlemleri bize ait olacaktı. Yaptığımız hesaba göre bu durumda şişe başına 4 cent de bize kalacaktı.
Ancak, evdeki hesap çarşıya uymadı. İsrailli tüccarlar beklediğimizin çok ötesinde pazarlık yapıyorlardı. Gezdiğimiz dört potansiyel alıcıdan en sonunda biri güç bela 22.5 cent’e razı oldu. İkna olduk. Hiç yoktan iyiydi. 2.5-3.5 cent de bize kalacaktı.
Ancak, daha sonra durum enteresanlaştı. Alıcı bize asıl alıcının kendisi olmayacağını, bizden alacağı malı parti parti başka firmalara devredeceğini, o nedenle hep birlikte bu firmaları ziyaret etmemiz gerektiğini söyledi. Yalnız bir ricası vardı. Yapacağımız ziyaretlerde suyun şişesini kendisine 25 cent’ten sattığımızı söyleyecektik. O da üstüne sadece 2 cent koyduğunu söyleyecek ve suyu 27 cent’ten satacaktı. Türkiye suyu olduğundan bu fiyat mümkün diye de ekledi. Sonuçta biz tüm işi yapacak, tüm riskleri alacak ve şişede 3 cent civarı para kazanacakken, kendisi 4.5 cent kazanacaktı.
Bu seyahatten en büyük kazancımız ticarette pazarlığın nasıl yapıldığını öğrenmek oldu. Sırf adama sinirlendiğimizden sözleşme konusunu muallakta bıraktık, “Türkiye’ye döndükten sonra yazışırız” dedik. Geri döndükten sonra da sözleşme filan imzalamadık.
Görüşmelerimiz bittikten sonra adam bizi ertesi sabah Kudüs’e götürmeyi teklif ettik. Yolda Batı Şeria’da Ramallah’a uğrayacak ve orada da bir Filistinli su satıcısıyla görüşecektik. Biz de kabul ettik. Bu sayede Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs Sahra’yı da görebilecektik. İzleyen sabah zeytin ağaçları ve bağlar arasından geçen bir otoyoldan bir saati aşmayan bir süre içerisinde Ramallah’a vardık. Sınırda bir dizi İsrail güvenlik kontrolünden sorunsuz geçtik. Filistinliler ise ters yönde, İsrail’e geçmek için, araçları içerisinde kuyruk bekliyorlardı.
Ramallah fakir bir yerdi. Ambargo altında yaşayan, kimsenin fazla ilgilenmediği, Arap ülkelerinin bile pek destek olmadığı, işgal altında bir bölge. Hemen İsrail gibi refah içerisinde yaşayan bir ülkenin yanında apartheid (**) benzeri bir uygulama. Daha sonra, Filistinli olmadığımızdan, hiç sıra beklemeden sınırı tekrar aşıp, 10 kilometre uzaklıktaki Kudüs’e vardık.
Önce Batı Kudüs’te bir kafede hafif bir şeyler yedik, kahve içtik. Daha sonra eski Kudüs’e doğru kent içerisinde yola çıktık. Arabamızı park edip, Ağlama Duvarı’na yakın bir kapıdan içeri, Yahudi Mahallesi’ne girdik.
Güvenlik en üst düzeydeydi. Neyse ki 2001’de Türkiye-İsrail ilişkileri de en üst düzeydeydi. Özellikle uçak ve tank modernizasyonu konusunda Türkiye İsrail’den destek alıyor, İsrail Türkiye’den önemli miktarlarda ithalat yapıyor ve her yaz yüz binlerce İsrailli Türkiye’ye turistik olarak geliyordu. O nedenle değişik aşamalarda pasaportumuza bakan İsrailli askerler Türk olduğumuzu anlayınca gülümsüyor, birkaç hoş söz söylüyor, ayaküstü sohbet konusu açıyorlardı. Bunlardan biri de o sıralar Fenerbahçe’de futbol oynayan Haim Revivo ile ilgili oluyordu.
Bizlerin “Ağlama Duvar”ı adını verdiğimiz, Hz. Süleyman’ın mabedinin batı duvarı olan yere geldiğimizde, yanımızdaki İsrailli de duvara başını dayayıp kısa bir dua ritüeli yaptı.
İlerlemeye devam ettik ve kemerli bir kapıya geldik. Burası kentin Yahudi ve Müslüman mahallelerini birbirinden ayıran yerdi. Geçiş noktasına bir güvenlik bariyeri konmuştu. Yanımızdaki İsrailli ve İsrail askerleri, para almamamızı, Müslüman mahallesinin güvenli olmadığını vurgulayıp, bariyerden sonra kendi güvenliğimizden kendimizin sorumlu olduğunu söylediler. Biz de bu uyarılardan dolayı cüzdanlarımızı yanımızdaki İsrailli ev sahibine teslim ettik. Güvenlik çekincesiyle o bizi Yahudi tarafında bekleyecekti.
Kapıdan geçtikten sonra karşımızda dar bir yolun uzandığını gördük. Ancak, biz tarif edildiği gibi kapının hemen yanından sağa dönüp uzun bir merdivenden yukarı çıkmaya başladık. Zira, Müslümanlar için kutsal olan Harem üş-Şerif kısmen Batı duvarının üstünde olmak üzere, Babillilerin M.Ö. 586’da yıktığı Hz. Süleyman’ın ilk tapınağının yerine daha sonra yapılan ikinci tapınağın harabelerinin üstüne yapılmış. İkinci tapınağı yıkanlar ise M.S. 70’de Romalılar.
Harem üs-Şerif’e girmek için demir bir kapının önüne geldik. Önce kapının üstünde küçük bir pencere açıldı. Pasaportlarımızı uzattık. Sert bakışlı Filistinli sivil bir güvenlik görevlisi pasaportuma bakıp, bana göbek adımla, “Ömer” diye hitap ettikten sonra kapıyı açtı. Gülümseyerek “selamünaleyküm” dedi. Biz de “ve aleykümselam” dedik ve kapıdan içeri girdik.
Önümüzde beyaz taşlarla kaplı geniş bir alan vardı. Sol tarafta güneşte pırıl pırıl parlayan kubbesiyle Kubbet’üs-Sahra duruyordu. Daha önceleri Hz Ömer Camii olarak da anılan bu muhteşem cami 689-691 yılları arasında Emevi Halifesi Abdel Malik tarafından yaptırılmış. Batılılar bu camiye “Kaya’nın Kubbesi” diyorlar. Bunun nedeni caminin Muallak Taşı’ının üzerini kapatacak şekilde yapılmış olmasından kaynaklanıyor. Bu muazzam kaya parçası Yahudilikte Tanrı‘nın, dünyayı ve ilk insan olduğuna inanılan Âdem‘i yaratmaya başladığı yer olarak biliniyor. İslam inancında ise Hz. Muhammed’in Miraç’a başladığı yerdir. Ticaret müdürümüzle caminin içerisine girdiğimizde gerçekten de dev bir kaya parçasının cami içerisindeki neredeyse tüm alanı kapsadığını, sadece kayanın etrafında oldukça dar bir alanın dua etmeye müsait olduğunu gördük. Kayanın soluna dolandığımızda ise 16 basamaklı bir merdivenle Muallak Taşı’nın altına iniliyordu. Buraya “Ruhlar Mağarası” deniliyordu. Mağara 30-35 kişinin birlikte dua edebileceği büyüklükteydi.
Kubbet’üs-Sahra’dan çıktıktan sonra tam ters istikamete yürüyerek Mescid-i Aksa’ya ulaştık. ilk Mescid-i Aksa Hz. Ömer tarafından inşa ettirilmiş. Daha sonra Emevi halifeleri döneminde 661-685 arasında değişik inşa ve imar faaliyetlerinden geçirilmiş. Cami tek bir kubbe altında inşa edilmemiş. Genelde düz bir çatısı var.
Her iki cami de, içerisine girdiğinizde size ulvi bir huzur veriyor. Her şey çok dingin. Bizim Türkiye’den alıştığımız camilerden farklı olarak içerisinde kitap okuyanlar hatta uyuyanlar görmek mümkün.
Caminin girişinde de ilginç bir görünüm dikkatimi çekti. Su sebilleri… Bizde hiç görmediğimiz bir şekilde hepsi termos yapısında, suyu soğuk tutuyor. Güzel bir düşünce diye not etmişim.
Bu güzel günün sonunda tatsız bir olayla da karşılaştım. Harem-üş-Şerif’ten çıkıp merdivenlerden aşağı indik ve Yahudi bölgesine geçmek için kemerli kapıya doğru ilerledik. Ancak ben buraya kadar geldikten sonra Müslüman mahallesinde de biraz dolaşmak istiyordum. Kapıda İsrailli arkadaşımıza durumu anlattım. Beni duyan İsrail askerleri beni tekrar uyardılar, risklidir diye. Ancak ben hiç olmazsa karşıdaki yoldan 100 metre kadar içeri yürümek istediğimi söyledim. Sokak dümdüz uzandığından beni gözden de kaybetmeyeceklerdi.
Israrımdan pek hoşlanmasalar da mecburen razı oldular. Ticaret müdürümüz ise endişelenmiş olacak ki benimle gelmemeye karar verdi. Müslüman mahallesinde yürümeye başladım.
Dar sokakta ilerlerken sanki yüzyıllarca geriye gittiğimi hissettim. Bir dükkanın önünden geçerken entarili, kilolu bir Arap bana selam verdi. Dükkanın önünde duruyordu. Dükkanın kalkmış olan kepenginin dışına da tezgah açmış, üstüne ucuz görünümlü, çoğu plastik bazı ürünler yerleştirmişti. Ayrıca dükkanın dışındaki saçaktan da naylon kadın gecelikleri sallandırmıştı.
Adam hayret verici düzeyde düzgün bir İngilizce ile konuşmaya başladı. Bu sohbette Türkiye’den geldiğimi de öğrendi. Daha sonra, öğleden sonra olmasına rağmen daha siftah edemediğini, İsraillilerin kimseyi bu bölgeye sokmadığını, o nedenle turistlerin gelemediğini anlattı. Üzülmüştüm.
Sonra benden siftah olsun diye bir şeyler almamı istedi. O anda yanımda cüzdan olmadığını hatırladım. Büyük bir üzüntüyle yanımda para olmadığını izah ettim. O anda adam birden bağırmaya başladı. “Şimdiki Türklerin hepsi pislik. Abdülhamid zamanındaki Türkler iyiydi” diye bağırıyordu. Sakinleştirmeye çalıştım. Dur bekle gidip cüzdanımı alayım demeye çalışıyordum ama adam iyice küstahlaştı. “Hepiniz gavursunuz, Batı pi…” demeye başladığında benim de tepem attı. Kendisine bağırarak, “Bu bölgeyi ve kenti İngilizlere siz peşkeş çektiniz, birlikte savunmak bir yana Osmanlı ordusunu arkadan vurdunuz, bu bölgede iki ordu kaybettik, asıl siz İngiliz pi…, tüm bunları hak ettiniz” diye bağırarak, kapıya doğru koşmaya başladım.
Uzaktan bağırış çağırışı duyan bizim Yahudi arkadaş ve askerler telaşlanmıştı. Hatta askerler silahlarına bile sarıldılar. Gençliğimde 100 metre ve 110 metre engelli koşmuş biri olarak süratle kapıya ulaştım. Bana çok telaşlandıklarını, bu bölgede kişilerin sokağa bile çıkmadan pencere aralarından kargılarla insanları bıçakladıklarını anlattılar.
Adı Barış Kenti olan Kudüs’te insanların ne kadar gergin, hınç ve kin dolu olduğunu bu şekilde bizzat yaşamış oldum. Umarım bir gün oralara da huzur gelir. İnsanlar birlikte dostça yaşamayı ve refaha birlikte ulaşmayı öğrenirler…
Not: Bu yazı ilk olarak 2 Aralık 2021’de yayınlanmıştır.
(*) Daha çok taşıma, nakliye, gümrük ve kargo işlerinde kullanılan bir terim.
(**) Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948 – 1994 yılları arasında resmî devlet politikası olarak uygulanan ırk ayrımcılığı sistemi.