19.1 C
İstanbul
23 Nisan 24, Salı
spot_img

Nietzsche tanısaydı severdi beni

Erdal Çolak

Mevsimin hüzün mevsimi olduğu renk cümbüşünden belli. Yeşilden parlak sarıya, turuncudan kırmızıya ve kahverengiye her renkten yapraklar etraftaki ağaçlardan kopmuş yere düşüyor.

Yaprağın düşüşü bir kelebeğin uçuşunu, bir sincabın ya da bir fındık faresinin hızla gidişini andırıyor. Alışılmamış, şaşkınlık verecek şekilde, ölü bir şeyin canlı, neşeli bir varlığa benzemesi… Zaman bu, bir şekilde kişiden kişiye değişiyor; kimine göre göreceli bir boşluk, nefes kadar, buz misali eriyip gidiyor. Eskilerin dediği gibi ” Zaman, bilindiği gibi bazen kuş gibi uçar, bazen de solucan gibi sürünerek geçer.”  İnsan zamanın ağır mı, yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediğinde kendisini mutsuz ve yalnız hissediyor.

İnsanlar da mutsuzmuş gibi hareket ediyor. Yaşama sevinci, isteği yok içlerinde… Bende ve birçok kişide görüyorum, tüm değerlerin asılsız olduğu, insanı mutlu edecek, ruhuna ait hiçbir şeyin bilinemeyeceği veya iletilemeyeceği inancı ağır bir taş gibi oturmuş yüreklere. Bu hayat için üzülmeye değmez, hiç kimse, hiç kimsenin hayatı içinde üzülmesin.. Kendi bile anlamıyor kendini diyebileceğimiz bir çaresizlik hükmetmiş. Radikal pesimist duygular, varoluşu kınayan radikal şüphecilik iktidar olup ele geçirmiş düşünceleri. Hiçbir şeye inanmayan, hayata dair var olma sadakati duygularda yok. Birçok yıkıcı etki sonucunda insanlık bir krizin, intiharın eşiğinde.

Bir taraftan hüznü formatlayan, düşüncelerle, duygularla doğrulayan, acıyı anlayan bir yaşam. Bu düşüncelerle, duygularla yaşamı suçlayan acılar yaşama karşı tanıklık ediyor. Melodramatik bir son değil; trajik bir son mu; olabilir, insanların bu yaşamı duygusal çöküşü resmediyor. İnsan içgüdüleriyle, duygularıyla, düşünceleriyle aklıyla bir bütünü oluşturuyor. Böyle bir düşünceye, olumlu ya da olumsuz duyguya sahip olan insan varoluşunun anlamını kaybeder. İnsan hem kendi içinde hem de kendi dışında bir dünya yaratan, sonra da bu iki dünyanın vermiş olduğu duygularla yaşamı anlamlı kılmaya çalışan tek varlık. Bu ruh hali insana bir şeyleri değersiz, anlamsız hale getiriyor. Burada altını çizmek istediğim, insanın kişiliği belirleyici rol oynuyor. Hayata bakışı, öteki kişilerle ilişkilerinde aldığı tavır, kişinin süreklilik gösteren, kendine özgü davranışı yani taktığı maskedir. İnsan çevresiyle sürekli ilişki içindeyse kişiliği bir kaya gibi sağlam olmalı. Yaşadığı sürece her şey onun üzerine bina ediliyor.

İnsan doğası değişebilen evrensel bir öze sahip. Canlı olması, hayatta kalmak, biyolojik yaşam, ekosistem içerisinde anlamlı gibi görünen anlamsız bir varoluşu simgeliyor. İnsan doğası ruhun varlığı, ruh ise aklın bir yetisi olarak bilinir. İnsanlar doğuştan getirdikleri genetik miras, benzer özellikler, düşünme, anlama, kavrama, imgeleme, yapabilme gibi güç ve haklara sahiptir. Bu saydığım insan doğasındaki benzerlikler yaşam şartları, bulundukları ortam, çevre, aldıkları eğitim ve öğrenme merakına göre zamanla varoluşu anlamaya yönelik çabaları gösteriyor. İnsanın sayılan bu öz nitelikleri bütün bireylerinin ortak bazı özellikleri paylaştığı inancını içermekte.  İşte bu Danimarkalı fizikçi Niels Bohr’un “hayatın anlamı hayatın anlamsız olduğunu söylemenin anlamsızlığıdır” sözüyle bahsettiği yaklaşım. Doğası gereği iç dünyasından gelen dürtüler, iç güdülerini etkileyen, bir de dış dünyadan, ekolojik çevresinden doğasını etkileyen tutum ve davranışlar hayatın anlamı insanın ona yüklediği anlamdır.

Aklıma gelmiyor değil, şöyle düşünüyorum: Bu hayatta insan ne ki? Matematiksel bir doğrunun içinde bir nokta, madde söz konusu olduğunda en küçük birim elektron, her kimyasal element, maddenin en küçük yapıtaşı bir kuark, bölünemeyen küçücük atom, ışık mikroskobunda mikron, dünya üzerinde yaşayan en küçük hücresel canlı formunda gözle görülmeyen bir varlık. Sahildeki kum yığınının, koskoca bir okyanus içinde, uçsuz bucaksız bir gökyüzünde, galakside işgal ettiği yer öylesine küçücük ki yok denecek gibi sıradan insan… İnsanın evrende bulunup bulunmamasının bir anlamı yok. En kötüsü de umurunda bile olmadığı alanın, yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki kendisini dev aynasında görmesi acınılacak şey… Hele zamanın içinde, yaşayacağı zaman diliminde bulunup bulunmadığı ve bulunmayacağı sonsuz zaman kavramında inanın bir hiç…

İnsanın gerçekliğe yakın olan kimliği yok. Varoluşunun, varlığının temel ilkelerinden uzaklaşmış. Kendi yarattığı küçücük bir dünyası var. Doğada yaratmak istediği uygarlık insanı kalp hastalığı diyebileceğimiz çıkarcı, narsist, kibirli, diğer canlı türlerine göre kendisini beğenen, hırslı, bencil, ihtiraslı bir kişi olarak karşımıza çıkarıyor. Doğasından, doğallığından uzaklaşmış. Doğal insan, sınırlı duygu ve tutkulara sahipken bugünün uygar insanı içinde bulunduğu iktidarların, yönetimlerin, yazılı veya yazılı olmayan örf ve adetlerlee toplumlar tarafından köleleştirilmiş. Kişiliği manipüle edilmiş. Bugün ihtiyacı olmayan birçok tutkunun esiri olmuş.

Dünyanın, evrenin, insanın önce varoluşunun, daha sonra yok oluşunun anlamsızlığı veya amaçsızlığı insanın içini kemiriyor. Kafasının içindeki soruların cevapsız kalması insanı kozmik bir hiçliğe götürüyor. Her şey önemsiz, anlamsız, değersiz. Uçsuz bucaksız milyarlarca galaksinin olduğu bir evrende düşüncenin, beynin alamayacağı kadar insanı önemsemeyen, acımasız, vurdumduymaz, umursamaz bir boşluk. Hayat ile ilgili insanın bilgisinin yetersiz olması, öğrendikleri, bildiği, düşündüğü, hiçbir şeyi bilmediği, kısacası bilinen hiçbir bilginin var olmadığı temeli üzerinde oluşturulmuş bir yaşamın karamsar insanlarıyız.

Kendi kendimizi avuttuğumuz ahlaki değerler, normlar, gelenek, görenek akla gelebilecek her türlü “izm” tamamen insanlar için yaratılan ilkeler, değerler, sosyal kurumlarla birlikte, varoluş için hedefi olmayan bir gemi. Gemi yaşayan ölüler dolu; ne var oluyor ne bilebiliyor, ne anlıyor; ölmek yaşamaktan iyi ancak en güzeli hiç doğmamış olmak. Hiç doğmamış olmak ve çok anlamsız sularda yüzmek. Gökyüzünde anlamsız uçmak. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak. Hayattaki hazzın bir anlamı yok. Çünkü hiç tatmadığın şeyleri kaybedecek bir şey de yok. Ölüm bu kadar çabuksa, ister istemez hiç doğmamayı istiyor insan…

Ama öyle bir düşünce duygu yumağı ki ölmek için doğuyor; doğmasa ölüm de olmayacak. E artık bir kere doğmuşsun ölmek yasak…” Öyle diyor üstat Atilla İlhan, olur mu gecemi yeşile çalmak, yıldız  çivilemek parmak uçlarıma ,ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak, hiç doğmamayı isterdim ama bir kere doğmuşum ölmek yasak.”

Medya Günlüğü

Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Önceki İçerikErmenistan’a Rus dopingi
Sonraki İçerikİFSAK’ta söyleşi
Medya Günlüğü
Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

İlginizi Çekebilir

4,757BeğenenlerBeğen
666TakipçilerTakip Et
11,281TakipçilerTakip Et

Popüler İçerikler