Diller, yaşamın tüm yönlerini kapsayan insan iletişiminin en temel mekanizmasıdır. Dillerin kökenini, nerede ve ne zaman ilk konuşulduğunu bilme şansımız yok fakat hiçbir dilin doğduğu gibi kalmadığını, evrim geçirip özgünleştiğini kesin olarak biliyoruz.
Dillerde ana yapıyı belirleyen morfolojik ilkelerin değişimi çok yavaş gerçekleşir, köklü dönüşümler bir kuşak içinde fark edilemeyebilir. İnsan dilinin değişim süreci, kalıtsal dil edinim becerisi, entelektüel kapasitesi ve iletişim becerilerinin gelişimiyle birlikte psikobiyolojik evrim sürecinin bir parçası olarak değerlendirilir.
Yedi milyon yıllık evrimsel geçmişimizin büyük bölümünde, daha çok içgüdüsel olan mırıldanma, homurdanma ve çığlık formatında ilkel bir iletişim kalıbımız vardı. Bizlerin yani modern insanın atası olan Homo Sapiens, evrim çizelgesinin son 280-300 bin yıllık döneminde tarih sahnesinde yer aldı.
Sözlü iletişim içinde geçmiş zaman, şimdiki ve gelecek zaman kiplerini düzenlemeyi akıl eden ilk tür Homo Sapiens oldu. İnsanın zamanla komplike diller geliştirmeyi başarmasının nedeni, ses ile anlamı rasyonel bir bağlamda düzenleyen kortikal konuşma merkezine sahip olmasıdır.
Dilin evrimini ve türleşme sürecini incelemenin temel zorluğu, kanıtların çok az olmasıdır. Burada geriye dönüp elimizdeki bilgileri doğrulatabileceğimiz kaynaklar bulunmadığından, zaman dilimi aralıklarını geniş tutmak zorundayız. Arkeolojik, antropolojik ve genetik veriler, Homo Sapiens’te soyut simgelerle karmaşık bir dil türetme yeteneğinin yaklaşık 150-200 bin yıl önce gelişmiş olabileceğini gösteriyor (Philip Lieberman: Uniquely Human, 1993).
Homo Sapiens’in yarattığı sanat eserleri ve diğer kültürel ögelere bakıldığında, proto dillerin yapısal özelliklerini kabaca 40 bin yıl önce edindikleri varsayılabilir. Bu varsayımın dayandığı bilgi; ses yolunu oluşturan ağız, dil ve boğaz yapısının anatomik olarak modern insana kadar izlenebilmesidir. Son derece sınırlı bir söz varlığına sahip erken proto diller, genellikle çok küçük yaştaki çocukların diline benzetilebilir.
Antropo-linguistik eğilim, dillerin türleşmesi ile insanın evrimsel türleşmesinin aynı bağlamda ele alınması gerektiği yönündedir. Nitekim Darwin de gerek dillerin türleşmesini gerekse insanın varoluş çabalarıyla ilgili sözcüklerin günümüze kadar gelebilmesini, tıpkı insan evrimindeki gibi ‘doğal seçilim kuramıyla’ açıklamıştır.
Antropolojide kültürel görecelik kuramını geliştiren Alman asıllı ABD’li bilim insanı Franz Boas, dillerin yalnız tarihsel dil bilimi açısından değil, sosyokültürel, biyolojik ve arkeolojik açılardan da ele alınması gerektiğini savunan ilk kişi oldu.
Yapısal işlevselcilik yaklaşımına göre diller, müzik ve dans da dahil olmak üzere çeşitli sosyal ritüellerle doğmuş ve kendi sözel simgelerini geliştirmiştir.
Farklı coğrafyalarda yaşayan klanlarda toplumsal birikimin farklılaşması ve bunun doğal bir bileşeni olarak dillerin türleşmesi olağan bir gelişmedir. Bu nedenle, insan dilsel evriminin başlangıcından bu yana binlerce dil türemiştir.
Tekli kaynak (Monogenesis) kuramı, Afrika’da bir kaynaktan ortaya çıkarak, dünyanın farklı bölgelerine yayılan dillerin tek bir ata dilinden evrildiğini savunur.
Çoklu kaynak (Polygenesis) kuramı ise, birden fazla ata dilin bir dizi özgün stoktan bağımsız olarak ortaya çıkarak evrildiğini savunur. Max Planck Enstitüsü Evrimsel Antropoloji bölümü yayınlarına göre insan evrimi, Afrika kıtasında tek bir bölgede değil birden fazla noktada ve popülasyonda eş zamanlı olarak gerçekleşti.
Sonuç olarak, dünyada bu kadar çok dilin konuşulmasının ana nedenlerinden biri, ilk insan gruplarının daha iyi yaşamsal olanaklar arayışı içindeyken sürekli yer değiştirmeleridir. Yeni yaşam alanları arayışına çıkan klanlar, soy ilişkisi içinde bulunduğu dillerden uzaklaşmış, bazen de izole kalmıştır. Böylece ata dille ilişkisi gittikçe azalan diller özgünleşme sürecine girmiş, zamanla tümüyle ayrı birer dil haline gelmiştir.
Ancak göçler her zaman barışçıl geçmiyor, klan çatışmaları bazen ortak dil topluluklarını bölerek yeni dillerin oluşmasına yol açıyordu. Bazen de yenik düşen klanın dilinde canlılığının azalmasına hatta yok olmasına yol açabiliyordu. Bir şurası ilginç; göçebe topluluklar üç kuşak öncesini anlamakta zorlanırken, izole kalanlar, örneğin İzlandalılar, neredeyse bin yıl önceki metinleri anlayabilir.
Bir nedenden ötürü ortak ata dilden koparak ayrıklaşan diller, aynı ata dilin altında gruplandırılır. Bu dil havuzlarına “dil ailesi” diyoruz. Örneğin Hint-Avrupa dil ailesi, Ural dil ailesi, Altay dil ailesi, Çin-Tibet dil ailesi, Hami-Sami dil ailesi, Nijer-Kongo dil ailesi vb.
Dil aileleri alt gruplara ayrılır. Örneğin Hint-Avrupa dil ailesi önce Hint-İran ve Avrupa dilleri olarak ikiye ayrılırken, Avrupa dilleri bu kez German (Cermen) dilleri, Latino-Romen dilleri, Baltiko-Slav dilleri gibi kümelenir. Altay dil ailesi ise Türk Dilleri, Moğol Dilleri ve Mançu-Tunguz dilleri olarak kümelenir. Bu diller de yeniden kendi alt gruplarına ayrılmakta.
İlginçtir, bugün yedi binden fazla dil konuşulmasına karşın, en yaygın şu 13 dili konuşan insanların sayısı dünya nüfusunun yarısına denk gelmekte: Mandarin Çincesi, İspanyolca, İngilizce, Hintçe, Arapça, Bengalce, Portekizce, Rusça, Japonca, Pencap dili (Hindistan), Marathi (Hindistan), Telugu (Hindistan) ve Türkçe.
halilocakli@yahoo.com