Yalnızlık… Ne çok korkar insan ondan. Oysa belki de en çok orada o an kendine yaklaşır.
Gürültüsüz, aynasız, maskesiz… Sokrates’in “Kendini bil” çağrısının yankılandığı bir sessizliktir bu. Yalnızken insan, başkalarının gözleriyle değil, kendi iç sesiyle karşı karşıyadır. Ve o ses çoğu zaman bir boşluk duygusunu getirir beraberinde. Fakat bu boşluk, bir eksiklik değil; insan olmanın tam merkezidir.
Evrenin sonsuzluğu karşısında bir nokta kadar bile olmadığımızı düşündüğümüzde içimizi tuhaf bir ürperti kaplar. “Ben kimim?” sorusu, çoğu zaman bir cevaptan çok, bir yankıdır. Bu yankı, insanı anlam aramaya sevk eder. Belirsizlik can yakar, ama aynı zamanda yaratır. Hayat anlamını bize vermez; onu biz kurarız. Heidegger’in deyimiyle: “İnsan, varlığını varlık olarak sorgulayan tek varlıktır.” Bu sorgulama, en çok yalnızken derinleşir.
İnsan bazen uzaklaşmak ister. Sevdiğinden, ailesinden, kalabalıktan, hatta kendinden bile… Bu kaçış, her zaman ilgisizlikten doğmaz. Aksine, en çok sevdiklerimizden uzaklaşmak isteriz bazen. Yakınlık yalnızca güven değil, aynı zamanda sınırları aşan bir yoğunluk da yaratır. İnsan zihni, sürekli aynı duygunun içinde kaldığında nefessiz kalır. Uzaklaşmak, kopmak değildir. Bazen en sağlam bağlar, mesafede kurulur. İnsan, kimsenin onu geçmişiyle çağırmadığı yerde kim olduğunu hatırlar.
Yalnızlık çoğu zaman bir savrulma değil, bir onarımdır. İlişkiler güzeldir, evet; ama her ilişki bir beklenti, bir sorumluluk taşır. Sürekli veren bir zihin, bir noktada tükenir. Tükenmişlik, sevgisizlikten önce gelir. İşte o anda, yalnız kalmak bir ihtiyaçtan çok bir zorunluluk olur. Modern zamanlarda ilişkilerin üzerindeki baskı büyüktür. Roller hızla değişiyor, değerler sarsılıyor. İnsan, ne aradığını bilmeden başlıyor çoğu şeye. Bu belirsizlik, yabancılaşmayı doğuruyor. İnsan kendine yabancılaştığı yerde tutunamaz.
Yalnızlık, insanın kendine döndüğü en saf mekândır. Platon’un mağara alegorisini hatırla: İnsanlar gölgelerle oyalanırken yalnızca biri mağaradan çıkar, gerçeği görür. O kişi yalnızdır ama özgürdür. Yalnızlık, o mağaradan çıkma cesaretidir. Nietzsche de bu yalnızlığı yüceltir: Üstinsan, kendi ahlakını ancak bu sessizlikte kurabilir. Kalabalıklar alkış bekler, ama yalnız olan insan sadece kendine karşı sorumludur. “Kendini aş” der Nietzsche. Bu, ancak yalnızken mümkündür.
Bazen bir dost seni artık duymuyordur, bir sevdiklerin seni anlamıyordur, aile sadece rollerini hatırlatıyordur. Oradasındır, ama içinden çıkmış gibisindir. İşte o an uzaklaşmak, kurtulmak için değil; yaşamak için şart olur. İnsan, ait olmadığını hissettiği yerde soluk alamaz.
Kalabalık bir şehirde yürürken dikkat et. Herkes bir yerlere koşuyor ama nereye gittiklerini hiç kimse bilmiyor. Belki de sormaya korkuyoruz. Cevap karanlık olabilir. Ne bir yere gidiyoruz ne de bir yere aitiz. Modern insan, doğadan, birbirinden ve hatta kendisinden kopmuş bir varlık.
Kimliğimizi bir vestiyere bırakır gibi hayatın koşuşturmasına teslim ediyoruz kendimizi; rollerimizi oynadığımız sahneler çoğalıyor, fakat kendimiz azalıyoruz. Oysa doğada maskeye gerek yoktur. Toprak yargılamaz, kuşlar dilini ya da dinini sormaz, ağaçlar düşüncelerini merak etmez. Sadece “var” olursun; sade ve derin bir varoluşla. Gökyüzü orada hepimize aittir, paylaşılmaz çünkü paylaşılsa da eksilmez. Kalabalıklar içinde sesini duyurmak için bağırmak gerekirken, bir çakıl taşı bile doğanın sabrını ve zamanını fısıldar. Göz göze gelmek burada tehdit değil, tanıklıktır; bir geyikle karşılaştığında kalbinin attığını fark edersin. Gölgenle bile barışırsın; çünkü güneş sana en dürüst yansımayı verir. Betonun taşıyamadığı ruhu, toprak anımsar. Doğanın yavaşlığı ise bilgeliktir: bir çınarın, bir dağın, bir gölün sessizliğinde kendine dönersin. İnsanlar kalabalıkta bir araya gelir ama birbirine yaklaşamaz; oysa doğada yalnızken bile evrenin parçası olduğunu hissedersin. Orada zaman yavaşlar, beklentiler yok olur, roller silinir. Konuşmak kolaydır kalabalıkta, ama bir göl kenarında susmak zordur. Çünkü o sessizlikte kendini duyarsın. Doğa bize her şeyi öğretmez belki, ama en temel şeyi hatırlatır: sadece var olmak da bir bilgidir. Bazen en çok, bu bilgi iyileştirir.
Bir derenin kenarında oturduğunda, hayatın senden bağımsız da akabildiğini görürsün. Bu bağımsızlık, aynı zamanda özgürlüktür. Bir kuşun gökyüzüne olan güveni, bir kedinin başına buyrukluğu… Belki de en derin bilgeliği kelimelerle değil, doğanın sessiz diliyle öğreniyoruz. Bizler kelime yorgunuyuz. Sessizlik ise bizi iyileştiren bir şifa gibi.
İnsan ilişkileri de benzer: Göz göze gelmek, dinlenmek, yargılanmadan var olmak… Ama bu gözler azalıyor. İnsanlar artık birbirine çıkarsal olarak bakıyor. Oysa bir çocuğun gözlerindeki saf dikkat, yaşlı bir insanın sesindeki zamanın ağırlığı bizi kendimize getiriyor. Belki de yalnızlığın en büyük hediyesi budur: Kendi yönünü ararken hiçbir yöne ait olmadığını kabul edebilmek… Bazı yollar, yalnızca içinden geçerek bulunur. Ve belki de en sonunda şunu anlarız: Yalnızlık, bir eksiklik değil; içimizdeki en derin kapının anahtarıdır.
Kendimize açılan, sessiz ama vazgeçilmez bir kapı…
Görsel: stockcake.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: