Leonardo Benevolo dünyanın çeşitli ülkelerindeki üniversitelerde mimarlık tarihi profesörü olarak bulunmuş uluslararası bir isim. Avrupa kentlerinin tarihini incelediği yapıtında sadece Avrupa’nın değil tüm dünyadaki kentleşmenin de kökenlerine değinmişti.
Aslında Benevolo, günümüzde insan yaşamına egemen ve her alandaki yozlaşmanın sonucu olan post-modernleşmenin mimari boyutuna ışık tutuyordu.
Rus realist romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski bir kentin insan yaşamındaki önemiyle ilgili olarak, “Bir kentin yerlisi olmak, gidilecek bir yeri olmak” derdi. Marx’a göre kentler çelişkilerin bir arada bulunduğu ve yaşandığı yerlerdir. Bu açıdan Benevolo’nun yapıtında sözü edildiği gibi kültürün, ekonominin de tarihidir Avrupa kentlerinin tarihi. Eski çağlardan modernizme ve postmodernleşmeye kadar geleceğe ilişkin hesap yapabilmek için bu ışığın aydınlattığı tarafa şöyle bir bakmak gerekir.
Uygunsuz kent ortamı sanayileşme, yayılma ve kitlesel çevre kararları nedeniyle ortaya çıktı. Üretim biçimlerinin ortaya çıkardığı kent biçimleri başlıca sanayi, tarım ve ticaret kenti olarak üçe ayrılıyordu. Orta Çağ’dan sonra oluşturulan 3 kent modeli; 16. yüzyıldan bu yana eski yerleşmelerde ve bu sürecin sürdüğü yerlerde kent merkezinin dışında yeni yerleşim bölgeleri kurmak ve verimli tarımsal arazinin ve hiç olmazsa kalan tarihsel dokunun yok edilmesi ile önlenmesini amaçlayan “ızgara plan”, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde nüfus yoğun yerlerde (örneğin Manhattan) uygulanan planlardı. Binanın ön cephesi özel dünyalar ile kamusal dünya arasında ortak yüzey ve yapının vitrini “sokağa bir armağan”dı.
Orta Çağ’da büyük kentler tek merkezle tanımlanmıyordu. Kentin bir siyasi merkezi, bir dinsel merkezi ve bir de ticaret merkezi bulunmaktaydı. İspanya’da Endülüs kentleri yeniden alındıktan sonra Hristiyanlar Müslümanlardan kalan yapıtları korumuşlardır. Örneğin, Cordoba’da, Sevilla’da, Granada’daki Giralda cami saraylar gibi. İspanya’da bu dönem iklime uygun yapılar inşa edilmiştir (alçak ve dar). Mimaride evlerin içine önem verilmiş, dışarıya özen gösterilmemiştir. Rönesans’ın etkisi mimariye diğer sanatların katkısı ve işbirliğini getirmesiydi. Bir yapı mimarlarla birlikte heykel, resim ve diğer sanatçıların eseridir. Paris’in önemli bir kent oluşu, surlarının genişletilmesi ve Notre Dame Kilisesi gibi mimari unsurlarla olmuştur. Ayrıca üniversite entelektüel merkez haline getirmiştir Paris’i…
Olağanüstü durumlar, politik kararlar, savaşlar, ekonomik gelişmeler vs. kentlerin gelişmesinde veya gerilemesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Örneğin, Rusya Prensliği’nin 1380’de bağımsızlığını kazanmasından ve İstanbul’un fethinden sonra Avrupa ile ilişkisini kesmesi, Ortodoksluğun yeni mirasçısı ve yeni merkezi olarak kendini kabul etmesi Avrupa ile ilişkilerini duraklatmıştır. Avrupa’da Orta Çağ’ın bitiminden sonra kentler genişlemiş ya da yeni koloniler ve kentler kurulmuştur. Bu yeni kentler kuruluş anında planlanmış ve daha sonra kolay değişmemiştir. Kentlerin kurulmasında; arazinin yapısı, yöresel gelenekler, yabancı etkiler, dinsel ve din dışı simgecilik (inançlar), işlevsel ve ekonomik gereksinmelere önyargısız bağlılık vs. rol oynamıştır. 1925 yılında Robert Ezra Park “Kent, bir ruh durumu, bir gelenekler ve görenekler toplamı ve göreneklerden miras aldığımız, bu geleneklerle aktardığımız örgütlü tutumlar ve duygular toplamıdır.” diyordu.
14. yüzyıl Avrupa kentinin belirleyicileri; belli başlı yapıların tamamlanıp bezenmesi, kamu alanlarının düzenlenmesi (örgütlenmesi) ile yeni kamu yapılarının ve özel yapıların yapımıdır. Estetik kaygılar ön plândaydı (dayanıklılık, uygunluk, görsel düzen vs.). Yapılar eski medeniyetlerin ve dinsel geçmişin bir simgesiydi. Örneğin; Filippo Brunelleschi’nin Floransa’da inşa ettiği Floransa Katedrali bütün görkemiyle Eski Roma’yı sembolize ederdi. Floransa, eskiçağın ve Hristiyanlığın erdemlerinin koruyucusu olan kutsal bir kent olarak tanımlandı yazarlar tarafından… Bu yapı Rönesans’a açılan bir kapı olmuştur mimarlıkta… Eski Yunan ve Roma uygarlığının (kubbeye kadar bir bölümü gotik tarzında) bir karışımı olarak inşa edilmiştir. Brunelleschi , Panteon’da ve Eski Roma yapılarında yaptığı gözlemlerle kubbeyi meydana getirmiştir. Yunan-Roma etkisi Avrupa kültürü tarafından benimsenen bir tarz olmuştur.
Çok kültürlülük ve ilişkiler 16. yüzyılda keşiflerden sonra yoğunlaştı. Campanella (Güneş Ülkesi) gibi “düş ülke” ve ütopist yazarların etkisi diğer yandan Avrupa’daki entelektüel birikim ve maddi imkânların artık yetersizliği, denizcilik tekniklerinde ilerleme ve bireysel merak ve cesaretle birleşince bilinmeyene yolculuk başladı. Başta Kolomb, Vasco de Gama ve Magellan gibi kâşifler yeni kıtalarda yeni kültürlerin ortaya çıkarılmasında rol oynadılar ve Avrupa kültürü Amerika, Çin, Hindistan’daki ileri uygarlıklarla tanıştı. “Estado da İndia” Portekiz İmparatorluğu’nun yeni kalbiydi. Kent Lizbon’un çok az bir değişiklikle örneğiydi. Hint tapınaklarının karşısına kiliseler yapıldı. Çin’den gelen porselenler Portekiz ressamları tarafından süslendi. Bu kent Asya ve Avrupa kültürünün ve geleneklerinin heterojenliğini anlatan en somut örnektir.
Rönesans’ın görsel kültürünün işlevini değiştiren modern bilimin ortaya çıkışıdır. Mimari evrensel bir hiyerarşiye uydurulmuştur. Mimarinin birinci görevi dış mekânı insan ölçüsüne göre ayarlamak, ikincisi algılanabilen üç boyutlu çevreleri eski ve ortaçağ geleneklerinden miras kalmış boyutsal sınırlar içine uyarlamaktı. Daha sonra mimari sınırsız evren içinde yeniden tasarlandı ve görsel kültürün gereksinimlerine cevap verecek hale getirildi. Burjuvazi “özgür” kentlerinde mutlakiyetçi sisteme göre modern görsellikte yenilenme daha kolay oldu. Bu özgürlükler örtüsünün altına Avrupa edebiyatının, sanat ve biliminin en ileri denemeleri sığındı: Rembrand, Huygens, Spinoza, Descartes ve Galileo gibi. Planlama ve tasarımda yetki saraydan yarı sivil karar organına; büyük yöneticiler ve inşaatçıların eline geçti. Eski çağ ile modern dokunun uyumlu biçimde yenilenmesinde varsayılan ve başvurulan sistemin ilk işaretini vermiş olan İtalyan mimar Gian Lorenzo Bernini’ydi.
Bernini, modern Roma’yı Eski Çağ’daki ölçeğine uyarlama girişimini doğru yorumladı. Anıtsal ve günlük yapılar yan yana getirildi ve saray ile halk arasındaki zıtlık sabitleştirilmiş oldu. Roma’nın klasisizmi evrensel bir örnek olma rolünü yitirdi. İnsanlık tarihi ile bu tarihi etkileyen evrensel güçler arasındaki zıtlıkların da birikimi oldu. Aynı süreç Paris’te de yaşandı. Kentlere yığılmış nüfus, tam tanımlanamamış fiziksel yapıya karşılık devlet yöneticilerinin kendini kentten ve halktan tecrit etmiş olması ve akılcı olmayan düşünce tarzının dayatılması ulusun politik ve sosyal çelişkilerini gizleyip ağırlaştırdı. Bernini’ye karşılık Fransa’da da Corneille, Mansart, Boileau gibi sanatçılar öne çıkmıştır. Onlar da yeni, akılcı, Avrupa ölçeğinde bir klasisizmin yaratılmasını amaçlamışlardır. Saray ve kentin (kulübelerin) karşıtlığına rağmen kent ve özellikle Paris’in inşaası çok önemsendi ve Fransa krallığının sembolü (başkent) haline getirilmeye çalışıldı. Kral IV. Henri de savaş, sevişme ve inşaattan zevk aldığını belirtiyordu. Sanatçı çevresi de bu takımın gözüne girmek için yarışıyordu. Kentin biçimlenmesindeki ilişkiler de böyle sürmekteydi.
19. yüzyılda mimari anlayış değişti. Rönesans yaklaşımına aykırı olarak kent ve yapı ayrı ayrı yani birbirlerinden bağımsız olarak düşünüldü. Görsel kültür alanında 18. yüzyıldan itibaren sanayi kentinin ortaya çıkışıyla Rönesans geleneğinin temel iki unsuru tek tek parçalandı ve krize itildi: Perspektif düzen ve klasik örneklere uygunluk… 300 yıl boyunca Avrupa zevkinin temelinde yatan klasisizm, kendine özgü ve tartışmalı bir programa; yeni klasisizme dönüştü. Yapı görünümü, uyumlu ancak hiçbir önemli unsur içermeyen genel bir arka plân haline getirildi. Sanata, teselli ve eğlence misyonu yüklendi. Aslında karışıklığı tanımlayan bir özgünlük haline geldi ve halktan kopartılan duygudan kopartılan kent, yabancılık ve düşmanlığa tanıklık eden değişmez bir arka plân olarak kaldı. Charles Dickens 1859’da yazdığı “İki Şehrin Hikâyesi” adlı yapıtında bu özgünlük bunalımını şu cümlelerle tanımlıyor:
“Bu en iyi zamandı, en kötü zamandı, akıl çağıydı, delilikler çağıydı…”
“Genç Werther’in Acıları”nda Goethe, “Tehlikeli İlişkiler”de Laclos gibi yazarlar bu durumla nesnellik ve ironi ile alay ettiler. 19. yüzyılda Avrupa’nın sanayileşmesinde başı çeken İngiltere’ye Almanya’dan giden Heinrich Heine da şöyle diyordu:
“Dünyanın şaşkın bir ruha gösterebildiği en büyük mucizeyi gördüm; gördüm ve hala şaşkınım; taştan ev ormanı hala belleğimde çakılı duruyor ve aralarında, birbirine benzemeyen bütün tutkuları, bütün sevgi, açlık ve nefret dürtüleri ile yaşayan insanların yüzlerinin oluşturduğu hızla akıp giden bir dere… Her şeyin dobra dobra içtenliği, bu anıtsal birlik, bu makineye benzeyen hareket, zevkin kendisinde olan bu tedirgin ruh, bu abartılmış Londra düş gücünü boğuyor ve yürek parçalıyor… Büyük saraylar bekliyordum, ama küçük evlerden başka bir şey görmedim. Ne var ki, hepsinin tek biçimde olması sınırsızlığı ruhu olağanüstü etkiliyor.”
“Bırakınız yapsınlar” anlayışı, yeni ekonomik argümanlar ve yan ürünleriyle birlikte kuramsal idealizm ve gerçeklerle çelişen, kriz, savaş ve ekonomik buhranla beslenen yeni “liberal kent” böylece ortaya çıkıyordu. İlk gerçekçi ve reçete olabilecek yaklaşımlar ütopik ve bilimsel sosyalistlerin getirdiği eleştiriler ve denemeler oldu; Owen, Fourier, Marx ve Engels’e göre kentler ve çevresi toplumdaki genel değişme eğilimine bağlı gelişmektedir. Post liberal kentin gelişimi bazı özel mülkiyetle tanınan yasalarla oldu. Kentin dışında sağlıksız olan araziler dışında kamulaştırmaya izin verilmedi. Bu sayede kentlerde büyük toprak rantı elde eden kesimler ortaya çıktı. Taşınmazların değeri yükselirken sosyal hizmetler geri planda kaldı. Kentler belli kesimlerin çıkarları doğrultusunda sağlık ve güvenlik açısından yeniden düzenlendi. Baron Georges-Eugène Haussmann’ın postliberal kent modeline geçildi. Kent belirli amaçlar ve çıkarlara dönük etkinliklerin yapılmasına izin veren, en ileri modern teknolojiyle donatılmış çok sayıda bağımsız mekândan oluşan hücrelerin biraraya getirilmesi olarak tanımlandı. Ekonomiden başlayarak sistemin çelişkileri bütünüyle özümsendi ve özgürleştirildi. Haussmannlaştırma tarihsel kent merkezlerinin yıkılması ile sonuçlandı. Yozlaşmayı, sağlığa zararlılığı ve kentin eski bölümlerinin sefilliğini abartan taraflı bir retorik ortaya çıkıp bürokratik ve övgüler düzen dilin bir parçası oldu.
Sanat tarihçileri eski üslûp örneklerinin ne olursa olsun bir kentin toplumsal kent bilincini karakterize ettiğini ileri sürerler. Aralarında Hugo, Balzac, Proudhon, Delvau, Sardou gibi yazarların bulunduğu bazı aydınlar, Haussmann’ın post-liberal kentinin teknik karmaşasını, simetrik ve düzenini bayağı can sıkıcı yenilik bulup eleştirdiler. Ünlü şair Baudelaire ise tartışmaya farklı bir bakışla cevap verdi, “Kötülük Çiçekleri” adlı şiiriyle;
“Artık eski Paris yok, bir kentin biçimi
Hızla değişiyor, yazık! Tıpkı bir ölümlünün kalbi gibi;
Paris değişiyor, ancak benim melankolimde hiçbir şey
Yerinden kımıldamadı! Yeni saraylar, yapı iskeleleri, bloklar.
Eski dış mahalleler, tümü benim için bir alegoriye dönüşüyor,
Ve benim sevgili anılarım kayalar kadar ağır.”
Tek bir ömürde istikrarsız ve geçici olan ortama ancak insanın anıları anlam verebilirdi. Her ne olursa olsun sonuç baştan sona, aydınlar açısından modern kente güvenin yitirilmesi oldu. Avrupalıların dünyayı geniş çaplı sömürgeleştirmeleri gerçek anlamda yenidünyayı keşfettikleri 16. değil 19. yüzyılda başlamıştı. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılda bütün Avrupa dışında da post-liberal yerleşmeler görünür. Ancak tek farkla, Avrupa post-liberalizme, liberalizm evresinden geçerek gelmiştir. Örneğin; Hindistan’ın kıyı üsleri daha sonra gelişerek post-liberal kentlere dönüşmüştür. Yerel gelenekler konusunda duyulan tarihsel ve sanatsal merak kolayca ayaklar altına alındı. Yerli halkın yerleşmeleri ya yıkıldı (Saygon) ya da Avrupalıların kurduğu kentin yanında ikinci derece konuma getirildi (Atina, Cezayir, Tunus). Eklektik yasalarla liberalizme geçiş ve erken modernleştirme çabaları Asya’nın kent planlamacılığını olumlu etkilemedi ve toprak spekülasyonu ortaya çıktı. Japonya bile bugün bu uygulamaların sonuçlarını yaşıyor. Bunun nedeni Avrupalıların devlet müdahalesi (kitlesel kontrol) ile bireysel girişimcilik arasında kurduğu dengeye karşılık, Asya’nın birey ile yöneticilik arasındaki ilişkilerin yüksek bir otoriteye bağlı olarak yürütülmesinden doğan geleneksel farklılığıydı. Kentler de buna göre geliştirilmişti ve yönetilmekteydi. Yine bu nedenle Haussmann’ın kent örneği, Asya’ya uymadı ve umarsızca çelişti.
Avrupa’dan ithal edilen teknik ve yasal mekanizmalar 19. yüzyılda Avrupa’da çıkan krizin aynısının 20. yüzyıl boyunca bütün dünyada yaşanmasına yol açtı. Sonuç; Kalabalıklaşma, düzensizlik, halk sağlığı sorunları, gem vurulamayan spekülasyon ve kamu düzenlemelerinin yetersizliği. Bu karışıklıktan henüz yaşanabilir yeni bir ortam doğmamıştır. Yeni bir kentin yaratılması çabasında olanlar yaşanabilir olma ile sanayileşmenin bir arada götürülmesinin derdinde… Bunun için ilk çağların Aristotelesçi düşüncesini örnek alıyorlar: Eski geleneklerle yüz yüze gelinmeli, kamu ile özel teşebbüsün çıkarlarını bir arada ve dengede tutmalı, kenti insan varlığının mükemmelleşmesini sağlamak için bir araç olarak kullanmalı!
Baudelaire, modern kentin melankolisinden ya bireysel belleğin yardımı ile geçmişe ya da düşlerin daha da kırılgan mekanizmasının yardımı ile geleceğe kaçmanın yollarını arıyordu. 1861’de yazdığı “Paris Düşü” adlı şiirinde yabancılaşma o kadar büyüktü ki, alışılmış egzotik ve Delacroix’ya öykünen betimler arasında geleceğin ufak bir parçasını yakalar gibiydi:
“Uyku mucizelerle doludur!
Tuhaf bir kapris yüzünden,
Kural dışı bitkinin
Bu görünümlerini sürgüne yolladım,
Ve dehamdan gurur duyan ressam
Tablomda tadını çıkaracağım
Maden, mermer ve suyun
Sarhoş eden tekdüzeliğini”
(Tamer Uysal)
Fotoğaf: Barcelona