Psikoloji lisans ve yüksek lisans eğitimlerinin ardından Maltepe Üniversitesinde felsefe yüksek lisans eğitimi alan Klinik Psikolog Tülay Aydın Türkmen, bir yandan kendi kliniğinde psikoterapi çalışmalarını yürütürken, diğer yandan Okan Üniversitesi Psikoloji Bölümü lisans ve yüksek lisans programlarında dersler veriyor. Türkmen, insanı anlamayı psikolojiden önce mesele edinen felsefeye yüzünü dönmesi gerektiğine karar vermiş ve böylece yolu felsefeye düşmüş. Başlangıçta felsefe eğitimi için ayıracağı zamanı kendi alanında uzmanlaşmak ve psikoloji doktorası yapmak için kullanmanın daha “akıllıca” olabileceğine dair çelişkileri olsa da, sonradan ne kadar doğru bir karar verdiğini görmüş. Bunu şöyle anlatıyor Türkmen: “Şimdi geriye dönüp baktığımda kendi alanımda uzmanlaşma yolculuğumdan evvel yolumu felsefeye düşürmüş olmamın bana ve uzmanlaşma sürecime ne kadar katkı sağladığını görüyorum.”
–Neden felsefe? Yolun nasıl felsefeye düştü?
-Kendimi bildim bileli, bildiklerimin sınırını aşan şeyleri merak ettim. Babam çocukken “gözün hep çitin dışında” derdi bana. Bu söz yaramazlığıma istinaden söylenmiş olsa da merakıma dair bir göndermeyi de içeriyordu. İlgim, görünürde olanın ardına yöneldi hep. Merakım, beni önce psikoloji bölümüne, ardından da klinisyen olmaya taşıdı. Mesleğimle kurduğum ilişki de bu yapım doğrultusunda belirlendi. Ruhsal semptomların ortadan kaldırılmasına dayalı işlevsel ve pragmatist yaklaşımlara ilgi duyamadım. Bugüne kadar özdeşim kurduğum kişiler pratik yanıtları olmayan, indirgemeyen, bir teknisyen ya da uzman gibi çalışmak yerine parçalar arasında anlamlar ve bağlar kuran, böyle bir yaklaşımla yaptığı işi ve hayatı yorumlayan kişiler oldu. Ben de pratik ve pragmatist olamadım pek. Ruhsallığın, duygulanımların, düşüncelerin nedenini ve nasılını anlamaya olan tutkum yolumu psikanalize düşürdü.
Psikanaliz, kendimi ve insanı anlama yolculuğumda bana bir kapı araladı. Fakat bu kapı okuduğum metinler derinleştikçe, oradaki felsefi referansları görmem ve anlayamamamla, daralmaya başladı. Kısacası anlamaya çalışma çabamda daha derine inmem ve bir adım daha geriye giderek insanı anlamayı psikolojiden önce mesele edinen felsefeye yüzümü dönmem gerektiğine dair düşüncelerim yolumu felsefeye düşürdü. Başlarda felsefe eğitimi için ayıracağım zamanı kendi alanımda uzmanlaşmak ve psikoloji doktorası yapmak için kullanmanın daha “akıllıca” olabileceğine dair çelişkilerim oldu. Fakat şimdi geriye dönüp baktığımda kendi alanımda uzmanlaşma yolculuğumdan evvel yolumu felsefeye düşürmüş olmamın bana ve uzmanlaşma sürecime ne kadar katkı sağladığını görüyorum. Günümüz dünyasının teşvik ettiği yararcı düşünmenin ve hızlıca hedefe ulaşmanın yerine, düşünme için en temel durak olarak felsefeye uğramanın yolumu uzatmış olduğu kadar zenginleştirdiğini söyleyebilirim.
–Peki, felsefe sana ne yaptı? Felsefeyle birlikte değişen bir şey oldu mu hayatında?
-Felsefenin bana kazandırdığı en temel şey, düşünme eyleminin gelişigüzel yapıldığında ne kadar yanıltıcı ve tehlikeli olabileceğini fark etmememi sağlamasıydı. Maltepe Üniversitesinde felsefe yüksek lisansına başlayana kadar, lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamlamış biri olarak, kavramlar ve bağlamlar arasında doğru bağlar kurarak düşünmenin önemini kavramış değildim. Her kavramı gelişigüzel bir bağlamda düşünebiliyor ve kendimce onu zenginleştirdiğimi sanıyorken, aslında ilgili olduğu bağlamdan kopartıp anlamsızlaştırabiliyordum.
Normal şartlar altında her insan için düşünmek iradi bir eylem olduğu kadar çoğu zaman kendiliğinden gerçekleşen bir eylemdir. Yani insan istemese dahi kendini düşünürken bulur. Düşünme eğitilip geliştirilemediğinde ya da bir bağlam içerisinde kalması adına sınırlandırılamadığında, uygunsuz da olsa zihnen her şey birbiriyle ilişkilendirilebilir. Kısacası iyi bir düşünme eğitiminden geçmeyen zihin, kendine uygun gelecek, hatta daha ileriye gidecek olursam düşünenin işine gelecek her şeyi temellendirecek bir argüman üretebilir. Bu durum hocalarımızın da özellikle dikkat çektiği bir sorundu. Günümüzde bu sorun üzerine felsefi ya da politik açıdan birçok tartışma yürütülebilir, fakat kendi öznel deneyimimde ve özellikle mesleki çalışmalarımda düşünmenin gelişigüzel yapılması yerine, bir sistematik içerisinde gerçekleştirilmesinin ne kadar dönüştürücü olduğunu görüyorum. İşim gereği kendisi, ilişkide olduğu şeyler, duygu, düşünce veya davranışları üzerine düşünmek isteyen bir kişinin zihinsel kavramsallaştırmaları, temellendirmeleri veya inançları üzerine düşünmesini mümkün kılacak bir sorgulamayı, ipin ucunu kaybetmeden, sürdürebilmem gerekiyor. İyi bir sorgulamayı sürdürebilmek ise bir tekniğin yalnızca öğrenilmesiyle değil, ancak bu sorgulamayı gerçekleştirecek kişinin kavram ve bağlamlar arasında uygun bağlantıları kurabilmesi ve uygun olmayan bağlantıları görebilmesi, gösterebilmesi, yani kendisinin düşünmesini eğitmiş olmasıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla felsefe eğitimim sırasında öğrendiklerimin ve hocalarımın bir şey üzerine düşünürken ya da sorgularkenki tutumlarının mesleki anlamda bana çok şey kattığını düşünüyorum.
Felsefenin mesleki yaşamıma katkısının yanı sıra kendi ruhsal çalışmama da ciddi bir katkısı olduğunu söylemeliyim. Özgür insan olmanın ne demek olduğu, moral değerler ve değer arasındaki farkın ne olduğu, değerlendirme problemlerinin ya da etik eylemenin ne anlama geldiği, kısacası insan olmanın yükünü ve sorumluluğunu üstlenebildikçe açılan özgürleşebilmeyi anladıkça kendimce temellendirdiğim düşüncelerim ya da duygu, düşünce ve davranışlarıma yön veren inançlarım hakkında daha iyi bir sorgulamayı sürdürebilmem mümkün oldu. Felsefi bilgim arttıkça düşünce, inanç ve tutumlarımı belirleyen duygusal etki, yerini kavramsal karmaşaların bilgiyle düzenlenmesine ve bu karmaşaların yol açtığı sorunlardaki sorumluluklarımın neler olduğunu daha iyi görebiliyor olmama bıraktı. Bir ruhsal çalışmanın öznelliği üstlenebilme, özgürleşme ve dolayısıyla sorumluluk ve etik gibi konularla oldukça ilişkili olduğunu söyleyebilirim. Felsefi bilgi olmadan bu meseleler üzerine düşünebilmek veya ruhsallığımız üzerine çalışabilmek sanıyorum mümkün olamaz.
–Kimileri felsefeden korkuyor. Felsefeden korkmaya gerek var mı sence ve bu korku nasıl aşılabilir?
-Felsefeden değil ama düşünmekten, çoktan kurulmuş olan bağlantıların, inançların, değer yargılarının değerlendirmeye açılmasından, yani yanılmaktan korkabilir insan. Kısacası düşüncede olanla gerçekte olanı ayırt edememiş olmanın yol açtığı hayal kırıklığından korkulabilir. Çoğumuz konfor alanlarımızdan çıkmak istemiyoruz. Bugüne kadar bize aktarılan, bildiğimiz, öğrendiğimiz her şey bizi aşan dünyanın veya şeylerin bilindiği ve kontrol altında olduğu yanılsamasını sürdürmemize olanak veriyor. Bu konfor veren yanılsamayı sürdürme isteği de merakı törpülüyor olabilir.
Bu korkuyu aşmanın yolu, sanıyorum, küçük yaşlardan itibaren merak etmenin, kendimiz ve şeyler üzerine düşünmenin öncelendiği bir eğitim müfredatının uygulanması olacaktır. Felsefe, kişisel gelişim ya da hobi olarak görülmemeli; iyi bir insan ve iyi bir toplum inşa etmek üzere bir gereklilik olarak görülmeli. Bireysel olarak zaten bir merak taşıyanın felsefeden alıkonulabilmesi ya da bu merakı hiç olmayanın felsefeye yüzünü dönebilmesi kendiliğinden mümkün olmayacaktır. Fakat felsefenin ve felsefi düşünme becerisinin, bireysel bir ilgi veya uğraş olarak görülmesinden ziyade, toplumsal bir mesele ve sorumluluk olarak görülmesi ve bu bağlamda öncelenmesi, felsefeyle bağ kurabilmeyi kolaylaştıracaktır.
–Felsefe ve diğer disiplinler arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsun? Disiplinler arasılık neden önemli? Felsefe neden herkese lazım ya da lazım mı?
-Kendi mesleki eğitimim ve çalışma hayatımdan örnek verecek olursam alanda bilgi birikimim artıp, yaşım ilerledikçe psikoloji ve özellikle klinik psikoloji formasyonlarının içinden doğduğu felsefe ve kol kola gittiği antropoloji, dil bilim, sosyoloji, nörobilim gibi disiplinlerden ne kadar kopmuş olduğunu gördüm. Modern bilimlerin gelişimi sırasında psikolojinin ayrı bir bilim dalı olarak kendi varlığını ortaya koyması bu ayrışmayı bir zamanlar gerekli kılmış olsa da bugün özellikle lisans ve yüksek lisans düzeyindeki psikoloji formasyonlarının içinden doğduğu ve araştırma nesnesi yine insan olan diğer bilimlerden oldukça uzaklaşmış olduğunu söylemek mümkün. Klinik çalışmalar üzerine uzmanlaşma eğitimlerinin de ekoller ve yaklaşımlar arasındaki farklılıkları merkezlerine alarak nasıl birbirinden uzaklaştığını, hatta belirli bir yaklaşımın kendi meşruluğunu bir başka yaklaşımın yetersizliğine ya da olumsuzlanmasına dayandırdığına şahit oluyoruz. Oysa bu zıtlıklar ve olumsuzlamalar üzerine dayandırılan çalışma pratiklerinin düşünsel arka planını incelemek üzere yeteri kadar vaktiniz olduğunda insan ruhsallığı üzerine benzer meseleler üzerine ortak şeyler söylediklerini görebilmek ve bu farklı görünen uzmanlık alanlarının benzer bir teorik arka plana dayandığını görebilmek mümkün oluyor.
Uzmanlaşma elbette çok kıymetli, fakat bütüncül bir bakış açısı olmadan uzmanlaşmak bence modernizmin en büyük sorunlarından biri ve bu sorun modernizmin doğduğu ülkelerden ziyade gelişmekte olan ülkelerde kendini daha da yoğun olarak hissettiriyor. Yukarıda da söylediğim gibi “uzmanlaşma” meselesi, şeylerin ilişkili olduğu bağlamlardan koparılarak hızlı ve pragmatik bir biçimde düşünme veya sonuç üretme pratiğine dönüştüğünde, düşünsel bir zenginliğin yitirilmesi veya bütüncül bir bakışın kaybedilmesi sonuçlarını doğuruyor. Bu sorun özellikle kendi mesleki alanımda böyle tezahür ediyor, fakat eminim birçok disiplin için benzer sorunlardan söz edilebilir. Bu nedenle disiplinler arası bağları kurabilmek, bir soruna tek bir perspektiften bakarak çözüm sunmak yerine, bütüncül bir bakışla yaklaşmak ve sunulan çözümlerin bu bağlamda faydasını sınamak gerektiğini düşünüyorum. Felsefe hem bu bütüncül değerlendirme olanağını hem de düşünmenin ve sorgulamanın uygun bir şekilde daima sürdürülebilmesini olanaklı kılacaktır. Bu da, bana kalırsa insanın yapıp ettiği ile daima ilişki içinde kalabilmesinin, bunları sınamayı sürdürmesinin yolunu açacaktır.
–Peki, felsefe karın doyurur mu? Aileler, çocukları aç kalacak diye felsefe okumalarını pek istemiyor gibi de…
-Günümüz en temel sorunlarından biri bu düşünme şekli sanıyorum. Klinikte de bunun yansımalarını sıklıkla duyuyorum. Hatta kendi ruhsal çalışmamda dahi yolum dönüp dolaşıp bu meseleye çıkıyor diyebilirim: “Hesabın tutması” ya da “tutmaması”. Pratik ve pragmatist bir yerden kurulan oyun bozulmaya mahkûmmuş gibi geliyor bana. Yani siz her koşulda kendiniz için en iyiyi hesaplasanız dahi başka bir bakış açısını denkleme soktuğunuzda bir önceki hesaba göre “en iyi” olanı bozuyor. Eğer gözünüzü kendiniz için en iyi olanı yapmaya dikmişseniz bu belirleyememe ve kontrol edememe durumu kişi için çok zorlayıcı oluyor ve bir hüsran duygusuna yol açıyor. Pratik yaşamda elbette seçimlerimizin mantıki ve işe yarar olması önemli ama yalnızca buna dönük bir planlama, arzusuz bir yaşama neden olduğu gibi hesap bozulduğunda kişilerin özgür ve öznel bir seçim yapmadıkları ve dolayısıyla seçimlerinin sorumluluğunu üstlenemedikleri için hayal kırıklığına uğradıkları bir konumda kendilerini bulmalarına neden oluyor. Ezcümle bilinen bir şeyi tekrar edeceğim: Ne yapıyorsak, onu severek yapmamız gerektiğini, eğer bu kadar şanslı değilsek de yapmak durumda olduğumuz şeyi sevmeye, üstlenmeye çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.
Fazla idealist bir anlatıya dönüşmez umarım, ama buna en güzel örnek Sisifos olurdu sanıyorum. Adı sophia yani bilgelikten gelen Sisifos’un, bilindiği üzere, Tanrıları atlatacak hesapları uzun sürmez ve her koşulda bozulur. Onun bilgeliği, Tanrıları kandıracak hesapları ya da kurnazlığıyla mı, yoksa zirveye taşıdığı kayanın her seferinde tekrar aşağı yuvarlanacağını bildiği halde işini sürdürmekten vazgeçmemesiyle mi ilgiliydi? Bilgelik galiba biraz da hesabı, kitabı bir yana bırakmak ve yapılacak olanı, içten gelecek bir çabayla yapıyor olmakla ilgili bir şey. Sanıyorum hesap, kitapla sürdürülen bir yaşamdansa içten gelerek ve sorumluluğu üstlenerek yapılacak bir tercih fiziksel beslenmenin dışında ruhsal beslenmeyi de beraberinde getirir.
–Felsefeci sadece felsefe mi yapar: Sadece kitaplara gömülüp okur, yazar, düşünür mü? Ya da hangi alanlarda iş yapar, yapabilir?
-Eğer bir meslek olarak ele alacaksak felsefeyi yalnızca felsefeci yapar fikrinden ziyade her mesleki uzmanlaşmanın, hatta her insanın yolunun felsefeden geçmesi gerektiği fikrini benimsiyorum. Bu düşünce felsefeyi pratik yaşama nasıl dahil edebileceğimiz sorusuna da götürür bizi. Düşünsel dünyada iyiyi, doğruyu, güzeli zıtlıklarından ayırmak ve bunları yüceltmek çok kolay, hatta biraz da rahatlatıcı oluyor. Fakat insanın asıl sınavının kendi çıkarına, dürtüsel doyumuna rağmen etik eyleyebilmesini sürdürebilmek, yapıp etmeleri ve sorumlulukları üzerine düşünebilmek, kısacası kendine rağmen iyiyi eylemeyi sürdürebilmesi olduğunu düşünüyorum. Bunu, benim şimdi yaptığım gibi, düşünsel olarak temellendirmek ve yüceltmek oldukça kolay. Fakat İoanna Hocamızın “kendini tutabilmek” olarak tanımladığı şey, işte bunu becerebilmek çok zor sanıyorum. Bu sebeple bana göre asıl felsefeci her yerde, her alanda bu beceriyi sürdürmek üzere çabalayan, düşünsel dünyasında yücelttiği kavramları gerçekliğe ve evrensel bir değer anlayışına uygun olarak değerlendirebilen ve son olarak bu değer anlayışıyla eylemlerini örtüştüren ya da bunları örtüştürmek için mücadele eden kişidir.
–Gündelik hayatta insanların genellikle ezberler, ön yargılar, değer yargıları, inançlar, izmler, ahlaksal normlar üzerinden değerlendirmeler yapıp, değer harcadıklarını görüyoruz. Çoğu çatışma, kavga gürültü de buradan çıkıyor. Bu noktada felsefe bir çıkış kapısı aralayabilir mi insana?
-Kesinlikle aralayabilir. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi şeyler ile düşünce arasındaki farkın ayırdına varabilmek felsefi düşünme becerisiyle mümkün olabilir. Yalnızca bunun ayırdına varmak dahi insanın kendisine, eylemlerine, düşüncelerine ve değerlendirmelerine bir mesafe alabilmesini sağlayabilir. İnsan, felsefe ile bunların ayırdına varabildiğinde yücelttiği ya da değer yüklediği bir düşüncenin esiri olmak yerine, bunlar üzerine daima düşünebilme ve değerlendirebilme becerisini sürdürebildiği, yani düşüncelerinin hâkimi olduğu bir konum alabilir. Dolayısıyla ön yargıların, inançların, aşırılıkçı fikirlerin altında ezilen bir kukla olmak yerine etik, iyi, doğru, güzel gibi meseleleri kendi düşüncesinde ve eylemlerinde daima sınayabilir ve yeniden değerlendirmeye açabilir. Böylesi bir konumun üstlenildiği yol, diğerine göre çok daha sorumluluk isteyen ve zorlu da olsa aydınlık olan bir yoldur.
–Felsefeyle ilgilenenlere, felsefe okumak isteyenlere ne tavsiye edersin?
-Felsefeyi bir hobi olarak sürdürmek, onunla ilgilenmek çok kıymetli elbette, ama lisans olmasa bile lisansüstü düzeyinde felsefe eğitimi almalarını öneririm. Özellikle felsefe ve psikoloji gibi düşünme, değerleri ve yargıları değerlendirmeye açma üzerine yapılan çalışmalarda yolun tek başına yürünmesinden ziyade, diyalog ve diyalektik içeren bir ilişkinin hatta usta-çırak ilişkisini andıran bir ilişkilenmenin olması gerektiğini düşünüyorum. Birçok büyük filozofa baktığınızda hoca-öğrenci, usta-çırak ilişkisi içinde yol yürüdüklerini görebilirsiniz. Bu nedenle tavsiyem, felsefeyle ilgilenen kişilerin bireysel okuma ve uğraşlarını sürdürmelerinin yanı sıra felsefeyle daha profesyonel bir ilişki kurabilecekleri ve düşünme becerisini kazanabilecekleri formal bir felsefe eğitimi almaları olacaktır.
Gelecek hafta: Fatih Hüseyin Börekçi ile söyleşi
***
Önceki söyleşiler:
Sedef Karakaş: Felsefe adındaki kraliçe (2024 yılında Medya Günlüğü’nde en çok okunan yazı)
Alper Hasanoğlu: Felsefeden korkan terapi görsün
Ertan Tunç: Her yol felsefeye çıkar
Beste Nâsır: Felsefe insanlaşma yolculuğudur
Serhan Kansu: Felsefe bir ışık yakar
Hâle Seval: Felsefe hayatımızın içinde
Furkan Soltekin: Ezberle savaşmak için felsefe
Uğur Selçuk Güneşli: İnsana yakışır bir yol aradım
Kornilia Çevik Bayvertyan: ‘Doğruya ulaşmanın anahtarı felsefe’
Pınar Güler: Felsefe her eve lazım
Ali Bulunmaz: ‘Felsefe itici bir güç’
Belgin Önal: Felsefeyle kendimi gördüm
Berkay Gürvardar: Felsefe çıkış kapısı olabilir
Berrak Coşkun: Delirmemek için felsefe
Zuhal Kişin Köseoğlu: Düşünmek zahmetli geliyor
Armağan Teselli: Hayatta kalabilmek için felsefe
Ceren İplikçi: Felsefe eşine zor rastlanır bir dost
Onur Egemen Sakarya: Takdir edilesi bir ‘mutsuzluk’
Yazar hakkında
Elif Şahin Hamidi 1979 yılında doğdu. 1998 yılında, Trakya Üniversitesi EMYO Serigrafi Bölümünden, 2004 yılında, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın-Yayın Bölümünden mezun oldu. 2018 yılında, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Anabilim Dalı İnsan Hakları Yüksek Lisans Programını tamamladı. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin danışmanlığında “Gazetecinin İşi, Hak Gazeteciliği ve İnsan Hakları” başlıklı bir tez yazdı. Şu an aynı üniversitede felsefe doktorası yapıyor.
Öğrencilik yıllarından bu yana çeşitli mecralarda muhabir, editör, genel yayın yönetmeni olarak görev yaptı ve yazmayı hep sürdürdü. Kitap değerlendirme yazıları, yazarlarla yaptığı söyleşiler, hazırladığı dosya konuları ve haberler farklı mecralarda yayınlanıyor.
2014 yılında Beta Yayınları tarafından yayımlanan Sıradışı Uyumsuz Muhalif: Bir Entelektüeli Yitirmek/Vakur Kayador’un Ardından başlıklı kitapta, “Hep Vakur ve Hep Yalnızdı” başlıklı yazısıyla yer aldı. Ayrıca Ercan Kesal ile Peri Gazozu adlı kitabı üzerine yaptığı söyleşi, 2017 yılında yayımlanan Aslında adlı kitaba dahil olurken, Murat Gülsoy’un Nisyan adlı romanıyla ilgili değerlendirme yazısı, 2018 yılında yayımlanan Murat Gülsoy: Edebiyatta 30. Yıl/Basında Yazılanlar adlı kitapta kendine yer buldu. Prof. Dr. Şehnaz Ceylan’ın editörlüğünü yaptığı ve Ekim 2020’de yayımlanan Çocuk Edebiyatı başlıklı kitaba, “Kitaplara ve Okumaya Dair” başlıklı yazısıyla katkıda bulundu. 2021’de yayımlanan Etik, Hukuk ve İnsan Hakları/İoanna Kuçuradi’ye 85. Doğum Günü İçin adlı armağan kitaba, yüksek lisans tezinden hareketle, “İnsan Hakları Işığında Gazetecinin İşi” başlıklı bir yazı yazdı. “Toz, Ölüler ve Diriler” başlıklı öyküsü, Sözcükler Edebiyat Dergisinin Mayıs-Haziran 2022 sayısında yayımlandı. Kasım 2022’de yayımlanan Edebiyatta Denizcilik Denizcilikte Edebiyat adlı kitaba, Nazlı Eray’ın Pasifik Günleri romanı hakkında bir yazıyla katkı sunarken, Şubat 2023’te yayımlanan Edebiyatta Hukuk adlı kitaba, Aristophanes’in Kadınlar Savaşı/Lysistrata oyunu hakkındaki “Barış Düşünün Peşinde: Lysistrata” başlıklı değerlendirme yazısıyla katkıda bulundu. Son olarak, İoanna Kuçuradi için hazırladığı Ömrümüzü Yönlendiren Rastlantıların Kavşağında: İoanna Kuçuradi başlıklı armağan kitap, Mart 2024’te, Kuçuradi Felsefe ve İnsan Hakları Vakfı Yayınları’ndan çıktı. Ayrıca yüksek lisans tez çalışması, İnsan Hakları Işığında Gazetecinin İşi başlığıyla, yine Mart 2024’te kitaplaştırıldı.
Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezinde Uzman olarak görev yapıyor ve Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ile birlikte çalışıyor. İnsan Hakları Anabilim Dalı ve İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Danışma Kurulu Üyeleri arasında yer alıyor. Ayrıca, İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi ve UNESCO Felsefe ve İnsan Hakları Kürsüsü Bültenini hazırlıyor.