Bir sabah uyanırsınız; güneş doğmuş, her şey huzurlu görünür. Ama kısa bir süre sonra bu huzurun yerini karamsarlık alabilir.
Bir kahve içmek, sokakta bir yabancıyla göz göze gelmek gibi anlar, gelip geçici birer yansıma gibidir. Gerçekten orada mıyız, yoksa o anın içinde kaybolmuş bir hayal miyiz? Tıpkı martıların bir banktan uçup gitmesi gibi, biz de hayatımızda anlık molalar alır ve sonra devam ederiz.
Hissetmek, insanı varoluşun kalbine çeken derin bir deneyimdir. Bir ses, bir koku, bir dokunuş… Bazen bir görüntü, bir haber ya da bir yüz ifadesi, ruhumuzun en derinlerinde yankılanır. Ama hissetmek yalnızca bir duygu değil, bazen insan olmanın en ağır sorusudur: Acının bir sesi var mı? Hüzün bir gölgeye benzer mi? Mutluluk, yoksunluk içinde kaybolan bir tını mıdır?
Dünya, bir insanın yüreğinin kaldırmakta zorlanacağı kadar çok acıya şahitlik ediyor. Bolu’daki bir otelde çıkan yangın, sadece duvarları değil, orada bulunan hayatları da kavurdu. Dumandan kararan pencereler, yükselen alevler ve o anın telaşı içindeki çığlıklar, insan ruhunda derin bir iz bırakıyor. Yangın söndürüldükten sonra geriye yalnızca soğuyan duvarlar değil, kaybedilen hayatların ağırlığı kalıyor. Bu sessizlik, hissetmenin dayanılmaz ağırlığını taşıyan bir fısıltıya dönüşüyor: “Neden?”
Dünyanın başka bir köşesinde, savaşın gölgesi masum insanların üzerine düşüyor. Çocukların yüzlerinde korku, annelerin gözlerinde tükenmiş bir umut var. Bir patlama sesi, bir yıkımın görüntüsü ve ardından gelen sessizlik… İnsan bu sessizlikte hem kendi varlığını hem de insanlığın kaybettiği masumiyeti sorguluyor. Hissetmek burada yalnızca bir duygu değil, acı ile boğuşan bir vicdanın çığlığı oluyor.
Açlık, dünyanın en sessiz katili… Hiçbir savaşın cephanesi kadar ses çıkarmıyor ama her yıl milyonlarca insanı yok ediyor. Bir çocuğun gözlerinde gördüğünüz o derin boşluk, karnını doyuracak bir lokma ekmeğin eksikliğinden çok daha fazlasını anlatıyor. Hissetmek, burada insanın kendisini sorumlu hissettiği bir ağırlığa dönüşüyor. “Bir şey yapabilir miydim?” sorusu yürekten yükselen bir yankıya benziyor.
Yoksulluk, yalnızca maddi bir eksiklik değil; aynı zamanda insanın onuruna vurulmuş bir darbe. Sokak köşelerinde, yıpranmış kıyafetleriyle oturan bir yüz, tüm dünyanın vicdanını karşısına almış gibi duruyor. Hissetmek, burada bir yüzleşme haline geliyor. O insana bakarken, kendine dönüp şu soruyu sormak zorunda kalıyorsun: “Bu hayat neden böyle bir denge üzerine kurulu? Ve ben bu dengeyi değiştirmek için ne yapabilirim?”
Ama hissetmek yalnızca acıyı taşımak değildir. Hissetmek, aynı zamanda umut arayışıdır. Bolu’daki yangının ardından yükselen küllerin içinde hayatta kalanlara uzatılan yardım ellerinde umudu görmektir. Savaşın ortasında bir çocuğun gülümsemesinde bir gelecek hayali bulmaktır. Açlığın ve yoksulluğun pençesindeki bir insana uzatılan bir tas çorbanın değerini bilmektir. Hissetmek, insan olmanın en derin armağanıdır; çünkü hissetmek, değişimin tohumlarını taşır.
Dünyadaki yangınları, savaşları, açlığı ve yoksulluğu görmek, bu acıların içinde insan olmanın anlamını aramaktır. Bu arayış, vicdanımızda yankılanan bir soruyla sona ermez: “Neden hissediyoruz?” Hissetmek, bazen insanın ruhunda açılan bir yara gibidir. Ama aynı zamanda o yarayı iyileştirecek olan umudu da içinde barındırır. Çünkü hissetmek, insan olmanın en derin çelişkisi ve en büyük umududur.
Dünyanın geçiciliği içinde hissetmek, insanı harekete geçiren bir güçtür. Bu güç, bizi yalnızca varoluşumuzu değil, başkalarının yaşamını da anlamaya ve değiştirmeye iter. Ve belki de hayat, bu soruların ve hislerin peşinde koşmaktan ibarettir: Daha iyi bir dünya için, daha derin bir insanlık için.
Hayat, martıların bir bankta duraklayıp yeniden gökyüzüne karıştıkları o anlık mola gibi, geçici ve belirsizdir. Tıpkı rüzgarın aniden kesilmesiyle düşen bir yaprağın yere değmeden önce süzüldüğü gibi… Her an bir diğerine bağlanır, varlığını hissettirmeyen ama ardında iz bırakan bir geçiş. Bir trenin istasyona yanaşırken çıkan sesi ya da bir yağmur damlasının camdan süzüldüğü an gibi. Hayat, bu geçici ve derin döngülerle örülüdür; bir şeylerin başladığı ve son bulduğu kısa döngülerde, hem varlık hem de yokluk bir denge kurar.
İnsanlar, hayatın duraklama noktalarında bir nefes aldıklarında genellikle boşlukla karşılaşır. Tıpkı bir çocuğun eski bir oyuncaktan aldığı mutluluğun, oyuncak kırıldığında yerini eksikliğe bırakması gibi. Bu eksiklik, bir kalbin içindeki doldurulamayan bir boşluk gibidir; yavaşça büyür ve derinleşir. Bir anın tatmini, ardında daha büyük bir kayboluş bırakabilir. Martılar gibi, anlık bir duraklamadan sonra uçup gitmek, insanın hayatında geriye sadece belirsiz bir iz bırakır.
Peki hissetmek nedir? Bir renk, bir biçim, bir titreşim mi? Yoksa bir gölgenin içinde yankılanan bir bilinç mi? Hüzün, mutluluk, beklenti… Bunlar zihnin derinliklerinde yankılanan seslerdir. Ama sorular hep peşimizi bırakmaz: Hissetmek yalnızca algılamak mı, yoksa varoluşa işlenmiş bir iz bırakmak mı?
Acı, sadece bir kaybın ağırlığı mıdır, yoksa bir yolculuğun sonunda hissettiğimiz yorgunluk da acıya dahil midir? Hüzün, eksikliğin yankısı mı, yoksa ruhumuzdaki hayal kırıklığının sessiz çığlığı mı? Hissetmek, insan olmanın en büyük paradokslarından biridir.
Bir ses, bir koku, bir dokunuş, içimizde kilitli kapıları aralar. Hissetmek sadece bir duygu değil, bir rehberdir; bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve nereye ait olduğumuzu hatırlatır. Ama bu rehberlik her zaman huzur getirmez. Bazen hislerin ağırlığı, ruhumuzu sorgulamaya iter. Çünkü hissetmek, anlam bulmaktan çok, sorular arasında yapılan bir yolculuktur.
Belki de hissetmek, sürekli bir dönüşümdür. Geçmişin izleri bugünün hisleriyle birleşir, geleceği şekillendirir. Ama bu değişim kolay değildir. Bazı hisler ömür boyu taşınacak kadar ağırdır; bazılarıysa bir anda başlayıp derinlerde yankılanan bir fısıltıdır.
Hayat, ideallerle gerçeklik arasındaki çatışmanın ortasında şekillenir. Bu çatışma içinde insan, bir yandan anlam ararken, diğer yandan yorgun düşer. Hayatın anlamını bulmaya çalışmak, kimi zaman insanın kendinden uzaklaşmasına neden olabilir.
Özgürlük, belki de daha zarif bir esarettir. İnsan, zincirlerinden kurtulmaya çalışırken, farkında olmadan yenilerini yaratır. Aynada gördüğümüz yüz, ruhumuzun yorgun bir gölgesi olabilir. Kendimizi ararız, ama bulduğumuz yalnızca bir hayalettir.
Belki huzur dışarıda değil, içimizde gizlidir. Kendimizi ve içimizdeki boşluğu kabul ettiğimizde huzuru bulabiliriz. Çünkü nereye gidersek gidelim, kendimizi de yanımızda götürürüz.
Ama bulamasak da sorun değil. Çünkü hayat, bir cevabı bulmaktan çok, o cevabın peşinde anlam bulmaktır. Yolculuğun kendisi, hayatın bize sunduğu en büyük armağandır. Hissetmek, varoluşun derinliklerine yolculuktur; her duygu, bize insan olmanın anlamını anlatan bir iz bırakır. Gerçek anlam, sadece düşüncelerin değil, hislerin derinliklerinde bulunur; çünkü ruhun sesi, en sessiz anlarda yankı yapar.