Günümüzde insan ilişkileri giderek yüzeyselleşiyor. Duygular gizleniyor, çıkarlar ön plana çıkıyor ve samimiyet, sahte sözler ile aldatıcı davranışlara dönüşüyor.
Sosyal medyanın etkisiyle insanlar kendilerini olduklarından farklı göstermeye çalışırken, gerçeklik adeta bir hayale dönüşüyor. Jean Baudrillard’ın “simülasyon evreni” kavramı bu durumu anlamamıza yardımcı oluyor; gerçekliğin yerini aldanıcı bir üst gerçeklik alıyor. Artık insanlar, birbirleriyle değil, sosyal medya profilleriyle iletişim kuruyor. Dijital dünyada paylaşılan her an, her gülümseme ve her etkileşim, gerçekte olduğundan daha mükemmel görünüyor. Ancak bu görünüşün ardında, ne kadar boş ve yüzeysel olduğunu fark ediyoruz.
Bağlantılarımız artarken, derin ve kalıcı ilişkiler azalıyor. Arkadaşlarımıza daha kolay ulaşabiliyoruz, ancak onların gerçek duygularına ve iç dünyalarına erişmek bir hayli zorlaşıyor. Kimse kimseye tam anlamıyla açık olmuyor, herkes bir şekilde maske takıyor. Bu durum, ümitsizlik yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda bizi şu soruları sormaya itiyor: Nerede kaybettik samimiyeti? Neden duygularımızı paylaşmaktan korkuyoruz?
Bu düşüncelerle “Sanal Samimiyetin Gerçek Hayattaki Yansıması Paradoksu” adlı bir teori oluşturdum. Bu teori, dijitalleşmiş dünyamızda ilişkilerin, duygusal bağların ve kimliklerin nasıl evrildiğini anlamak için önemli bir temel oluşturuyor. Sanal kimlikler ile gerçek kimlikler arasındaki farklar, sosyal ilişkilerde bağların zayıflamasına ve yüz yüze iletişimde zorluklara neden olabiliyor. Bu yalnızca bireysel bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir olgu halini almış durumda.
Dijital dünyada sergilenen idealize edilmiş kimlik ile gerçek dünyadaki benlik arasındaki farklar, bireylerin yüz yüze etkileşimlerde rahat hissetmemelerine neden olabiliyor. İnternetteki kimlik bireyin idealize edilmiş halini yansıtırken, gerçek hayattaki etkileşimler karmaşıklığı ve karşılıklı beklentileri içeriyor. Sanal alemde rahatça iletişim kurabilen bireyler, gerçek hayatta kaygı ve stres yaşıyorlar. Sosyal medya üzerinden gösterilen kimlik ile gerçek hayatta sergilenen kimlik arasındaki uyuşmazlık, insan ilişkilerini olumsuz yönde etkiliyor.
Sosyolog Zygmunt Bauman, modern çağdaki ilişkileri “akışkan aşk” kavramıyla açıklar. İnsanlar artık kalıcı ve köklü bağlar yerine, hızlı tüketilen ve fazla yük getirmeyen ilişkileri tercih etmektedir. Bağlanmaktan korkuyoruz çünkü bu, özgürlüğümüzü tehdit eden bir yük gibi algılanıyor. Ancak kaçtığımız şey aslında bir bağ değil, derinleşme korkusu. İnsan, derinleştikçe kırılabilir hale gelir; bu yüzden modern birey, kırılmamak adına ilişkilerini yüzeyde tutmayı seçiyor.
Daha fazla seçeneğimiz olmasına rağmen daha az memnunuz. Barry Schwartz’ın “Seçim Paradoksu” teorisi, daha fazla seçenek sunuldukça tatminsizliğin arttığını gösterir. Modern insan, içsel dünyasına odaklanmak yerine dışsal uyaranlarla tatmin olmaya çalışmaktadır. Bu nedenle, ilişkiler artık derin anlaşıdan çok anlık tüketim nesnelerine dönüşmüştür.
Gerçek samimiyet ve bağlılık, ancak maskeleri kaldırarak ve yüzeysel etkileşimlerden kaçınarak yeniden bulunabilir. Dijital dünyada kurulan samimi ilişkiler, gerçek hayatta sıkça boşa çıkar çünkü maskeleri ve simülasyonları arkamızda bırakmak zorlaşmıştır. Ancak samimiyet, maske ve yüzeysellikten öteye geçebilen kalpler için mümkün olmaya devam eder. Gerçek bağlılık, dürüstlük ve açık kalpten gelir; bu yolculuk zor olsa da, derinlik her zaman bir hazinedir.
Manşet görseli: Nadan Özcan