Hiç düşündünüz mü, neden doğduğumuzu, nasıl ve hangi sebeple dünyaya geldiğimizi bilmeden ama sonunda öleceğimizi bilen tek canlı türü olarak neden erken ölüyoruz?
Bu kadar karmaşık, çetin hayat şartlarında yaşamı sorgulamaya çalışmak akıl fikir işi değil gerçi… İnsanın keyfini kaçıran, adı geçince endişe, korku, kaygı veren, herkesin ilk ve son defa tecrübe edeceği bir olgudan, ölümden bahsediyorum. İçimizde “herkes ölecek bir ben ölmeyeceğim” düşüncesi var. Ölümü hep başkaları yaşayacak düşüncesi insanı ele geçirmiş. İnsan, kendi ölümüyle ilgili düşüncelerini bastırıyor, bilinçaltına itiyor. Ölümün rengi siyah, tadı acı, kendisi soğuk olunca insanlar ölene karşı hep sıcak duygular besliyor.
Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” romanını arzu, çelişki ve iç çatışmaları sonucunda yaşama dair inancını kaybetmiş hassas düşünceli bir adamın hayata bakışını anlatır. Romanın kahramanı, insanın erken ölmesi gerektiğini belirtir ve şöyle der:
“Kırk yaşındayım artık; şaka değil, kırk yıllık koca bir ömür, yaşlılığın ta kendisi! Kırkından fazla yaşamak ayıptır, aşağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yaşar kırkından fazla? Haydi, bana açıkça, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! İsterseniz size açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yaşarlar kırkından sonra.”
Her ne kadar roman kahramanı genç yaşta ölüme övgü yağdırsa da, kimse Epikür, Büyük İskender, Mozart, Sören Kirkegaard, Cahit Sıtkı, Elvis Presley, Orhan Veli gibi genç yaşta ölmeyi istemez. Genç yaşta ölenlerin hepsinin, hayalleri, beklentileri, gideceği, gezebileceği ülkeler, okuyacağı kitaplar, yaşaması gereken güzel günler olduğunu düşünürüm.
Peki, neden bu kadar erken ölümler oluyor? Benim düşünceme göre insanoğlunda işler özellikle son çeyrek asırdır ters gitmeye başladı. Depresyon, stres, üzüntü, uyku düzensizliği, kalp krizi, genetik hastalıklar, kolesterol yüksekliği, yüksek kalorili, ürik asit, protein, donmuş yağla dolu birçok besinin beslenme kültürlerini etkilemesi sonucunda erken ölümlere şahit oluyoruz. Bazı uzmanlar da, Covid aşısının uzun vadede aşı olan insanlar üzerinde özellikle kalp damar hastalıklarını tetiklediğini söylüyor. Elektrokimyasal reaksiyonlar, genetik mevzular, DNA, bulaşıcı hastalıklar, biyolojik virüsler, savaşlar, genetiği bozulmuş, dondurulmuş gıdalar, belli çevreler tarafından üretilen kanser hücreleri insanların genç yaşta hayatlarını kaybetmesinin sebepleri.
Bilinçaltımızın kabul etmediği, konuşulmayan, konuşulmaya cesaret edilmeyen yaşamla ölümün kesiştiği nokta ölüm. Belki de bu yüzden, doğmadan önce var olmadığımıza göre, öldükten sonra yok olmayacağız. Doğmayı kabul ediyoruz da, ölmeyi neden kabul edemiyoruz? Doğum ve ölüm, birbirini içinde barındıran birbirinden ayrılamayan iki temel fenomen. Belki de ilk önce sormamız gereken soru, neden doğuyoruz? Bu sorunun cevabını bulursak bir nevi “neden ölüyoruz? ” sorusunun cevabını vermiş oluruz.
Ölümün farkındalığı kaygıya, kaygı boşluk düşüncesine, boşluk düşüncesi de insanı hiçlik duygusuna alıp götürüyor. Ölüm kör, karanlık bir kuyudur dibini göremediğimiz. Dibinde ne olduğunu, neye benzediğini asla ölmeden deneyimleyemediğimiz. Hayat gidiyor yaşamdan ölüme doğru varış noktasına. Kaybolan günler takvimin uçurumunda, mevsimler, yıllar boyunca çelişkiler arasında birçok iz bırakan ölümlere şahit oluyor insan. Düşünceler, kısır döngüler, hayatın içinde boğulan; çelişkilerle, sorularla dolu olan ölüm olgusu. Ölüm insan için bir hiçlik, bir karanlık, korku…
Ölüm kavramı doğum kavramıyla beraber alınabilen en yüksek, en etkileyici ve insan varlığını en fazla dehşete düşüren kavram. İnsan yaşarken ölüme doğru bir adım daha yaklaşan, daha doğduğu an ölümle yargılanmış bir canlı. Nihai sonunu görebilen bir varlık. Hepimiz öleceğimizi bilincindeyiz. Bunu zaman zaman düşünmüyor değiliz. Doğduğumuz an öleceğimiz de kesinleşmiş, insan her saniye, her an ölüme doğru giden bir varlık.
Peki bilimsel açıdan ölmek ne demek?
İnsan bedeninin hücresel haldeyken entropiye yenik düşerek, dağılıp kendi varlığını kaybetmesidir. Bu termodinamiğin ikinci yasasıdır. Her şey sürekli bozulmaya mecburdur. Bu hücresel bozulma yavaş yavaş insanı ölüme götürür. Sonuç, organizmanın, hücrelerin, atomların, moleküllerin dağılması, entropiye uğraması, canlının son bulması bilimsel olarak ölüm anlamına gelir.
Ölüm korkusunu minimum seviyeye indirmek için dinler, bir yandan vaat ettikleri öbür dünya inancı ile cennet, reenkarnasyon vasıtasıyla ölümsüzlük umudunu insanlara verir. Bazı dinlerin ölümden sonra vereceği ceza-ödül kavramının insanda yarattığı korku. Bilinmeyenler dünyası, metafizik dünyanın bilinmeyen sırları içerisinde cevapsız kalmış sorular ölüm korkusunu daha da tetikliyor. Bu mantıkla insanlar ne getireceğini bilmedikleri ölümden korkuyor. İnsan, belli bir yaşa geldiğinde ölüm olgusunu kendince anlamaya, kavramaya çalışıyor. Ölümün gerçekte ne ifade ettiğini, ölünce ruhun nereye gideceğini bilememek, bilinmezlik düşüncesinden dolayı oluşan belirsizlik insanın kafasını karıştırıyor.
Hayat doğumla başlıyor. Şunu çok iyi biliyoruz ki ölümle sona erecekse, aradaki zaman ise sizin hikayenizse bu hikayeden iyi insan çıkarmak elinizde. Unutmayın, gerçek hem yaşam hem de ölümdür.
Eğer ölüm bu kadar çabuk, erkense ister istemez hiç doğmamayı istiyor insan…