Bazı kentler vardır sizi içine çeker, dışında kalamazsınız. Siz ondan kaçmak isteseniz bile onlar ille de sizi içine almak için sürekli yeni kapılar açarlar. Saptığınız her sokağı bir sürpriz saklar böyle kentlerin. Odanıza çekildiğiniz zaman sizi çağıran bir şeyler vardır dışarıda. Kayıtsız kalamazsınız.
Roma, Barselona, Paris, Lizbon böyle kentlerdir. Akdeniz ülkelerinin çoğu kentleri bu karakterdedir. İnsanları gibi dışa açıktır.
Bir de ne yaparsanız yapın size mesafeli duran, yakınlaşamayacağınız kentler vardır. Her an size yabancı olduğunuzu hatırlatırlar. Fazla içine girmenize izin vermezler. Saptığınız her sokağı “Hadi evine dönsene sen!” der gibidir. Bu sokaklarda gezinirken bir hüzün, bir yalnızlık hissedersiniz. Evinize döndüğünüzde gerçekten rahatlarsınız.
Hadi isim verip de gücendirmeyelim ama kuzey ülkelerinin pek çok kenti böyledir. Bazen rengârenk göçmenler bile ısıtmaya yetmez bu kentleri.
Şimdi sözünü edeceğim Oslo, ya da Norveçliler gibi söylersek Uşlo, sözünü ettiğim kent karakterlerinin, ilginç bir biçimde, her ikisini de barındırıyor. Kuzey ülke kültürlerinin ortak paydası olan içine dönük yaşam biçimi ve bunun kent sokaklarına yansıyan yüzü kibirli bir eda ile “Buraya ne yapmaya geldin?” diye soruyor. Kentin eski ama çok iyi korunmuş mimari dokusu, aynı zamanda kentin karakteri hakkında da fikir veriyor. Üstelik bunun yeni bir şey olmadığını, neredeyse birkaç yüzyıldır kentin böyle kibirli olduğunu anlatıyor size.
Ama hemen hayal kırıklığına uğramayın. Oslo’nun bütün kuzeyliliğine, kuzeyin bütün soğukluğuna karşın, sizi kendine çeken, ısıtan, hatta rahatlatan bir yanı da var: İnsanları. Ben kuzeyli olup da bu derece cana yakın, sevimli ve yardımsever insanlar görmedim. Bu özellikler genelde sıcak iklim insanlarında bulunur. Norveç’te kültür düzeyinin çok yüksek olduğundan en ufak bir şüphem yoktu. Ancak insanlarının bu denli sıcak olmalarını doğrusu beklemiyordum. En az “Kuzeyin Akdenizlileri” olarak adlandırılan Danimarkalılar kadar cana yakınlar.
Kentin dış semtlerine giden belediye otobüslerinde şoför ve yolcuların birbirlerini şahsen tanıdıklarını görüyor, sohbet edip, şakalaştıklarına tanık oluyorsunuz. Çoğu yaşlı erkek ya da kadın olan otobüs şoförlerinin sadece son derece güzel İngilizce konuşmaları değil, sizinle de şakalaşacak bir şeyler bulmaları günün sürprizi oluyor.
Toplumun genel kültür düzeyi karşısında şaşırıyor, geldiğiniz toplumda da bunları görmeyi arzu ediyorsunuz, olanca uzaklığına rağmen.
Oslo yaklaşık bin yıllık bir kent. Eski ile yeni çok estetik bir biçimde bütünleşmiş. İşlevselliğin ön planda tutulmuş olduğu gözden kaçmıyor. Tüm cadde ve sokaklar tekerlekli sandalye ile gezenlerin, bebek arabası ile dolaşanların, görme engellilerin rahatça kullanabilecekleri şekilde tasarlanmış. Şehre indiğiniz ilk andan itibaren görmeye başladığınız bu ince ayrıntılar, toplumun “insan” unsuruna ne kadar değer verdiğinin göstergeleri. “İleri toplum” kavramının içini dolduran gerçek uygulamalar.
Avrupa’yı kırk yıldır gezen bir birey olarak, Avrupa kentlerinin, artan bir biçimde, birbirlerine daha çok benzemeye başladıklarını söyleyebilirim. Bugün Avrupa’nın en eski kültürleri aynı potada erimekte ve öznel kimliklerini her geçen gün kaybetmekteler.
Globalleşen tüketim alışkanlıkları, Avrupa’nın tarihi kalelerini bir bir yıkmakta ve yerine tekdüze, karakterden yoksun tüketim abideleri dikmekte. Söz konusu kültür ne kadar eski ve özgünse bu darbeden aldığı zarar da o oranda büyümekte.
Kentler gibi halklar da bu süreçten nasiplerini alıyorlar. Giderek birbirlerine daha fazla benzemeye başlıyorlar. Bugün bir İspanyol ile bir Avusturyalı arasındaki yedi farkı bulabilir misiniz?
Norveç de elbette tüketim kültürü asimilasyonundan nasibini alıyor. Ancak bunu kendine özgü bir tarzda yapıyor. Kökleri Vikinglere uzanan Norveçliler, Avrupa ile tam olarak bütünleşmeye karşı çıktılar. Norveç bugün AB üyesi değil. Olmaya da pek istekli görünmüyor. Ama diğer taraftan bir Schengen ülkesi. Sınırlı bir yakınlaşmada sakınca görmüyor.
Aslında İskandinav ülkeleri kendi kalkanlarını yıllar önce oluşturmuşlar. Benzer tarihsel ve kültürel paydalara sahip uluslar olan İsveç, Norveç, Danimarka ve İzlanda, aralarına Finlandiya’yı da katarak yıllar öncesinden bir birlik kurmuş durumdalar. Bugün ulaşılan noktada ekonomik olarak çok fazla bir anlam ifade etmese de, sosyal ve kültürel açıdan bu birliğin önemi belki gün geçtikçe daha iyi anlaşılacak.
Dolayısıyla Norveç halkı sınırlı bir beraberlikten yana gözüküyor. Serbest evlilik gibi, “Sizinle beraber yaşarım ama nikah kıymam” diyor.
İsveç ve Norveç’in bugünkü toplumsal refah düzeyine ulaşmalarında özgür demokrasinin büyük rolü var. Ancak şunu da unutmamak lazım, bir toplumda bireylerin, demokrasinin sağladığı olanaklardan eşit olarak yararlanmaları, sahip oldukları gelir düzeyi ile orantılı. Biraz zor bir cümle oldu. Belki kısaca şöyle denebilir: Demokrasi olmadan refah, refah olmadan da demokrasi olmuyor.
Biliyor musunuz, Oslo sadece 670 bin nüfuslu bir şehir? Bunu ilk öğrendiğimde çok şaşırdım. Adından öyle çok söz ettirir ki, siz de onu bir metropol filan sanırsınız. Peki nesi ile bu kadar söz edilmeyi hak ediyor? Daha da ötesini söyleyeyim. Norveç’in toplam nüfusu 5.3 milyon. Bir Ankara bile etmiyor.
Bence işin sırrı birey ile toplum arasında var olan “uzlaşı”da saklı. Bu bize uzak bir kavram olduğu için biraz açmak yararlı olacak.
Her şeyden önce birey, içinde yaşadığı topluma karşı kendini sorumlu görüyor. Ona karşı yükümlülükleri olduğunu biliyor.
Biliyor, çünkü eğitim gerek ailede, gerek öğretim kurumlarında bu şekilde veriliyor. İnsanlar, çocukluklarından bilinçli yetiştirilmeye başlanıyor. Bireyin, saygı duymayı öğrenerek yetiştiği toplum da, bireye değer veriyor, haklarına saygı duyuyor.
Ben buna birey ile toplum arasında uzlaşı adını veriyorum. Başka şekillerde de adlandırılabilir elbette. Bu uzlaşmanın sağlanmadığı toplumlarda birey ve toplum değerleri örtüşemiyor, sürekli bir çatışma yaşanıyor.
Bir toplumun belli bir noktaya ulaşmasını istiyorsanız bireyden başlayacaksınız. Bireyde sorun çözülmeden bütünde çözülmesi olanaksız. Yanlış sözcüklerle kurulu bir cümle doğru olamaz.
Bu uzlaşının var olduğu toplumlarda devlet denilen toplum kurumu da saygın oluyor.
Vatandaşına güvenen, ihtiyaçlarını gözeten, çıkarlarını kollayan devlet, güvenilen, istenilen, saygı duyulan bir devlet oluyor. Ülkesinde sayılan bir devlet, dünyada da hak ettiği saygıyı görüyor. Benim gözlemlerim bana bu şekilde açıklıyor Norveç’in dünyada kazandığı saygınlığı.
“Büyük devlet”, sadece köklü bir tarih, güçlü bir ordu ve sağlam bir ekonomi ile olmuyor. Bunu aynı zamanda, birey ile toplumun ilişkisi belirliyor.
Marksist terminolojide bu model “Sosyal Kapitalizm” olarak adlandırılıyor. Bir anlamda sosyal olma özelliği, kapitalizmin önünde geliyor. Pek çok kişiye göre de kapitalizm olmaktan çok, dünyada bugüne kadar uygulanan en iyi sosyalizm modelidir.
Böyle bir toplumun fertleri de kendi geleceklerinden herhangi bir kuşku duymadıklarından, dünyadaki diğer halkların haklarını savunan sözcülere dönüşüyorlar.
Zamanında Filistin-İsrail barış görüşmelerinin Oslo’da yapılması bir tesadüf değildi. Aslında birçok zirve ve uluslararası konferans organizasyona ev sahipliği yapan bir kent burası.
Şunu da hemen belirteyim ki Norveçliler de bir araya geldiklerinde en çok konuştukları konu siyaset oluyor. Bizden farklı tarafları ise yanında rakı içmiyorlar ve “N’olucak şu Norveç’in hali?” diye sormuyorlar. Aralarından, “Ne olacak şu AB’nin hali?” diye soranlar çıkabilir.. Rakı içmiyorlar dedim de sakın içki içmediklerini sanmayın. Hem de küp gibi içiyorlar. Kuzeyli olup da içmeyen bir halka ben henüz rastlamadım. İklimin yarattığı depresyondan mıdır nedir?
Bir “yabancı” olarak Norveç’e gittiğinizde daha ilk andan itibaren bir şeyin farkına varıyorsunuz: Fakirleştiğinizin! Çünkü Norveç pahalı. Bu sözcüğü gerçek anlamını kastederek kullanıyorum. Birkaç örnek vermek gerekirse: Bir somun ekmek 4 dolar, tramvay ve otobüs 5 dolar, yarım litre su 5 dolar, barda bira 10 dolar, bakkalda bir paket sigara 15 dolar. Sigaranın pahalı olmasını anlamlı buluyorum. Neticede toplum sağlığı söz konusu. Ancak ekmeği, suyu anlayamıyorum.
İçkilerden bahsetmiyorum bile. Dünyanın en pahalı içkileri burada. Kapitalizmin ruhuna aykırı olarak Norveç’te şarap dahil tüm içkiler sadece devlet tekelinde satılıyor. Sosyal faktörler kapitalizmin önünde geliyor. İçki tüketiminin sınırlı tutulması ve devlete gelir yaratmak için bu yöntem uygulanıyor. Ama yukarıda yazdığım gibi bu yöntemin pek de etkili olduğu söylenemez.
Ben pahalı dünya şehirleri olarak Moskova, Tokyo, Londra’yı bilirim. Ama o şehirlerde bile ucuz ulaşım ve iaşe olanakları vardır. Moskova’da metroya sadece 25 cent verir, istediğiniz yere gidersiniz. Tüm şehri birkaç dolara gezebilirsiniz. Japonya’da yemek pahalıdır ama, çok ucuza suşi bulabilirsiniz. Londra’da “fish and chips” yemek için zengin olmanız gerekmez.
Oslo’da gerekir! Burger King’de Whopper menüsü 15 dolar. McDonald’s’da bir Bigmac 8 dolar. Oslo’da günlük Oslo Pass alırsanız 48 dolar. Bereket, bununla bazı müzelere ücretsiz girebiliyorsunuz.
Fiyatların bu derece yüksek olması kar marjlarından ya da ranttan kaynaklanmıyor. Bu yüksekliğin nedeni devletin aldığı vergiler. Devlet yüksek vergi alıyor, ancak karşılığını kaliteli hizmet olarak vatandaşına geri ödüyor.
İsveçli bir arkadaşım yıllar önce şöyle demişti: “Aldığımız maaşların % 80’i vergi olarak kesilir, ama kimse şikayetçi değildir çünkü kalan kısmı yeterlidir.”
İskandinav insanı, devletine vergi ödemeyi sultanına aşar vermek gibi ya da devleti soyan hortumcuları finanse etmek gibi algılamadığı için, bundan kaçınmak için kurnazlık da yapmıyor. Etik olarak vergi kaçırmayı aklından geçirmiyor. Ödediği verginin yaşadığı topluma olan borcu olduğunu biliyor. Aldığı toplumsal eğitim bunu dikte ediyor.
Oturduğum barın 22-23 yaşlarındaki sevimli barmeni Vukin ile sohbet ediyoruz. Geçen yıl Side ve Alanya’da iki hafta tatil yaptığını, çok beğendiğini söylüyor. O bunları anlatırken benim kafam 22 yaşında bir barmenin yurt dışında iki hafta tatil yapabilmesinin düşündürdüklerine takılıyor.
Norveç’in uyguladığı göçmen politikası Oslo’da bir “Küçük Karaçi” yaratmış. Gronland mahallesi halk arasında bu adla anılıyor.
Bu mahallede standart, diğer bölgelere oranla biraz düşse de, yine kabul edilebilir, insanca bir düzeyde. Oslo’da Filistinli, İranlı, Kürt, Pakistanlı ve Vietnamlıların çokluğu gözleniyor.
Oslo şehir merkezinden havaalanına doğru giderken bir tünelden geçiyoruz. Tünelde her yüz metrede bir üzerinde SOS yazılı kapılar olduğunu fark ediyorum. Bir yangın ya da acil bir durumda tüneli boşaltabilmek için tünele paralel olarak bir koridor yapılmış. Bu da “insan”a verilen değerin güzel bir göstergesi olarak notlarımın arasına giriyor.
Norveç’i ve Oslo’yu anlatırken hep toplum ve birey üzerine yoğunlaştığımı fark ediyorum.
Bu ülkede elbette çok güzel yerler gördüm. Norveç Etnoğrafya Müzesi’ni, eski Norveç Köyü Müzesi’ni, Norveç Merkez Bankası Müzesi’ni, Viking Müzesi’ni, ünlü kaşif Roald Amundsen’in Antarktika’ya kadar gittiği gemisini, ya da Oslo Kalesi’ni anlatabilirdim. Bunları okumak belki daha bile keyifli olurdu. Ama ben Norveç’in beni en çok etkileyen yönünü yazdım.
Dünyada güzellikler, ilginçlikler göreceğiniz çok yer var. Ama Norveç gibi “insan”ın değerli olduğu, toplum birey ilişkilerinin sağlam temellere oturtulduğu, karşılıklı saygı ve güven içinde yaşanılan ne yazık ki çok az ülke var.
Norveç de en çok bu yönüyle görülmeyi hak ediyor…