Haritaya hiç böyle bakmamıştım. Kıbrıs’ın konumu Türkiye için neyse Küba’nınki de ABD için aynı.
Ülkenin güneyinde ve çok yakınında, ebeveyninden kopup kendi olmaya çalışan ama bir türlü de göbek bağından kurtulamayan iki yavrucak gibiler. Bu küçük adalar kuzeylerindeki baba (!) kıtalar için aynı stratejik önemdeler.
Konuya coğrafyadan girdimse de tarihle yol almak istiyorum.
1808 yılında ABD Başkanı, Küba işgalcisi İspanya komutanına kendi komutanı aracılıyla “bu adayı bana bırak” diyor. “Yok ya!” cevabı ile yetinmek zorunda kalıyor. Ancak, aynı yıl İspanya, Küba ticaretini bütün dünyaya açtığında alışverişin en az yarısı ABD ile yapılıyor…
Tıpkı bizim Hatay bölgesi gibi, ülkenin güneyinden ayrı bir parça gibi sarkan Florida, 1823’de ilk işgalcisi İspanya’dan alınıp Amerikanya (!) topraklarına katılınca, Küba Adası fiziken de ABD’ye yaklaşmış oluyor. Adanın Amerikan Birliğine katılması için beklenen, ham meyvenin koparmak için olgunlaşması…
1823, ABD Başkanı Monroe’nun adıyla bilinen doktrinle de anılan yıl. Monroe, bu kıta bütünüyle bizimdir, Avrupalılara artık buralardan ekmek yok, diyor. Küba’da tütün ve şeker kamışı endüstrisi patlıyor.
1830-1870 arası üçgen bir çark işliyor. Küba’nın ürettiği şeker ABD’ye, rom Afrika’ya gidiyor. Afrikalılar köle edilip bu endüstrilerde çalışmak üzere Küba’ya getiriliyor. Bu arada “Club De La Cabana” adındaki gizli örgüt kuruluyor, Küba’nın Amerika’ya katılması için faaliyetler yoğunlaştırılıyor.
Bu arada ABD’de pek çok başkan değişiyor. Kimi başkan olunca Küba’yı alacağını söylüyor, kimi parasını ödeyip satın almaya kalkıyor, kimisi de “burası Dominik gibi Afrikalılarla doldu, bunları içimize alırsak bizim güzelim beyaz ırkımız bozulur” diyerek tersine politikalar yürütüyor. Bu konu ABD Senatosu’nda pek çok kez görüşülüyor. Köle sahibi işletmecilerle anlaşılamadığı için bir türlü satın alma ya da işgal etme kararı çıkmıyor.
1868’de Kübalılar işgalci İspanyollara karşı bağımsızlık savaşı başlatıyor. Aslında isyanı başlatanlar, kölelerini silahlandırıp saflara süren büyük çiftlik sahipleri. Bir sene sonra bir araya gelen bu kodamanlar Küba Cumhuriyeti’ni ilan edip başkanlarını da seçiyorlar ama İspanyol kolonistlerle savaş sürüyor. Yani filler tepişirken olan gene çimenlere (!) oluyor.
1872’de Kolombiya Dışişleri’nin önderliğinde Güney Amerika hükümetleri devreye giriyor. Hadi hep beraber Küba’nın bağımsızlığını kabul edelim, bu arada köleliği de kaldıralım, diyorlar. Hatta neden bilmem, öncülük de ABD’de olsun diyorlar. Ancak ABD kabul etmiyor.
1880’da artık bağımsızlık savaşı bitmiş gibi. Nasıl bitmesin, Küba dış satımının %6’sı İspanya, %83’ü ABD ile. ABD ülkede pek çok yatırım yapmış, deniz kuvvetlerini de adaya konumlandırmış durumda.
1887’de İspanya Küba’nın bağımsızlığını tanımayı teklif ediyor. Küba soyluları (!) ile ABD hükümeti bu öneriyi reddediyor.
1898’de Küba limanında bir ABD savaş gemisi patlatılıyor ve 300 kişi ölüyor. ABD, İspanyolları suçluyor. İspanya, ABD Kongresi’ne mektup yazarak “Küba’ya bağımsızlık verip anlaşalım” diyor. ABD kabul etmiyor ve birkaç ay içinde Küba’nın kuzeyine askeri kuvvetlerini yığarak İspanya’ya savaş açıyor. İspanya da mecburen karşı savaş açınca İspanya-Amerika Savaşı resmen başlıyor. Kübalılar, “biz tam bağımsız olacakken ABD engel olmak için bu savaşı çıkardı” diye anıyor 1898’i.
1898 bitmeden savaş son buluyor. Küba, Porto Riko, Filipinler ve Guam, artık Amerika Birleşik Devletleri’nin. Aslında sözüm ona Küba bağımsız ama ne barış görüşmelerinde masaya alınıyor ne de sonrasında kendi bayrağını direğe çekebiliyor. Öylesine uyduruk bir otonomi veriliyor. ABD askeri kuvvetleri bir daha çıkmamak üzere Küba’ya yerleşiyor.
1901’de Amerikan Kongresi bir yasa çıkarıp Kübalıların haklarını ve de Amerikalıların Küba üstündeki haklarını yasallaştırıyor. Bu yasayla Amerika’nın Küba’da özellikle kömür çıkarma ve ilelebet asker bulundurma hakkı yasallaştırılıyor. 1901’de Küba’da seçim de yapılarak bu güdümlü cumhuriyete bir başkan da seçiliyor.
1903’de karşılıklı ticaret anlaşması imzalanıyor ve Küba dükkânları Amerikan malı ile dolup taşmaya başlıyor. Asker bulundurma garantisine bağlı olarak Küba’nın doğusundaki bir körfezin etrafında büyücek bir alan sadece Amerikan Deniz Kuvvetlerine ayrılıyor. Buraya kurulan “Guantanamo Askeri Kampı” o günden bugüne uluslararası camianın yakından tanıdığı kötücül bir üne sahip oluyor. (Hâlâ varlığını sürdürmesi yüzünden bu kamp başlı başına irdelenmesi gereken bir konu)
ABD Başkanı Roosvelt’in, ticari ve askeri gemiler bütün Güney Amerika’yı dolaşmasın diye Panama kanalını açtırmak için Kolombiya topraklarından birazını kopartıp Panama diye uydu bir devlet kurmasının senesi de 1903. Ki o kanalın açılma hikayesi de ilginç mi ilginç….
Kübalılar uyduruk değil, tam bağımsızlık isteklerini sürdürürken, ayaklanmalar, iç savaşlar, açık çatışmalar vb. de sürerken, dünya savaşı başlıyor. 1917’de ABD de savaşa girdiğinde, deniz kuvvetlerinin nerdeyse tümünün ana karargâhı olan Küba da savaşa girmiş oluyor.
Zaten güçsüz olan ekonomisi iyice çöküyor. ABD yatırımcıları kendilerinin olmayan şeker plantasyonlarını da üç kuruşa kapatarak ekonomik gücü tümüyle ellerine geçiriyorlar.
Küba 1920’lerden sonra da iflah olmuyor, hep arka bahçe olarak kalıyor. 1952’de Batista iktidar olduğunda, adada kabaca iki sınıf var. Bütün doğal kaynakların ve çiftliklerin sahibi olan bir avuç olağanüstü zengin kişi ve beter durumdaki çoğunluk. Demokrasilerin direği sayılan ve çoğunluğu oluşturan orta sınıf, neredeyse yok. Uçları oluşturan sınıfların farkı da o kadar belirgin ki anlatmanın gereği yok.
Bu koşullar altında bir genç adam sınıfına ihanet ediyor. Zengin bir ailenin çocuğu olan ve ABD’de hukuk okuyarak avukat olmuş olan Fidel, kendi gibi düşünen arkadaşlarını da ayartıp Meksika’dan dandik bir balıkçı teknesine biniyor. Okyanusu ölümle yüz yüze, zar zor aşarak Küba’nın dağlarla kaplı bir tarafından gizlice karaya çıkıyor. Ülkesindeki Amerikan askerleriyle döğüşe boğuşa baş şehre kadar ulaşmayı becerip, Batista iktidarını deviriyor ve devrimi ilan ediyor. 1959 senesinin ocak ayında…
Bu adamın isyanı ve yaptığı devrimi üç satıra tıkıştırmak benim hadsizliğim. Genç bir adam İstanbul’dan Samsun gemisine binip gizlice karaya çıkıyor, Ankara’da hükümetini kurup cumhuriyeti ilan ediyor, diye anlatmakla eşdeğer bir densizlik. Bağımsızlık savaşlarını bilmek ve hakkıyla anmak bambaşka bir şey. Çünkü gerek Fidel Castro, gerek onun devşirme arkadaşı Che Guavera, Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayan ve halklarına da anlatan adamlar. Biz “onun verdiği olağanüstü mücadeleyi örnek aldık” demekten gururlanan adamlar…
Ben de 1959 senesinin şubat ayında doğmuşum. Küba devriminin iki üç hafta sonrasında. Bunun anlamı ben ve benim kuşağımın doğrudan değilse de Küba’nın 1959 sonrasının tanığı olması. Pek çok dostum kendi yaşam süresince benim gibi gelişmeleri bizzat izlediği için tarihi özetlemeyi burada kesiyorum.
Bir anlamda Cumhuriyetimizi kuran önderimizin önderliğinde kurulan işte bu Küba. Cumhuriyetimizin mezarını kazanların cami yapmaya gittiği de aynı Küba…
Küba Cumhuriyeti kuruluşunda bizim Cumhuriyetimizi kuruşumuzdan çok şey öğrendiğini söylüyor. Bizim de Küba hikâyesinden öğreneceğimiz çok şey var. Tarihe tanıklığımızın kıymetini anlayabilirsek elbette…
Türkiye’nin Küba’sı olan Kıbrıs’ın hikâyesine de kimimiz doğrudan kimimiz dolaylı tanığız.
Benzerlikleri ve benzemezliklerini düşünürsek, belki çözüme de katkımız olabilir…
İngiliz’in üvey evladı Kıbrıs, artık baba (Türkiye) baskısından kurtulmak istiyor ama zincirlerini hâlâ kıramıyor. Amerika’nın üvey evladı Küba desen, babası (Sovyetler) çoktan mevta olmuş, aç biilaç ama çalgı çigan kendi cenaze merasiminde. Bir asırlık Cumhuriyetimiz de KOAH yüzünden nefes darlığı çekiyor. Biz akıllılar da kırmızı giyip bayrak sallayarak şeytan def etme törenleri düzenliyoruz.
“Akıl fikir ihsan et” yakarışının ötesine geçememek ne acı…
(*) KOAH: Nefes alma zorluğuna neden olan müzmin ve ağır bir hastalıktır. En önemli nedeni sigara gibi zararlı maddelerin bünyeyi sinsice mahvetmesidir. Tıpkı zararlı unsurların (!) ülkelerin soluk borularını sinsice tıkayarak yavaş yavaş boğulmasına neden olmaları gibi.