Metin Gülbay
Kanadalı yazar Marshall McLuhan, özellikle elektronik iletişimin yaygınlaşmasıyla birlikte, dünyanın küçük bir topluluk gibi olacağına, küresel bir köye dönüşeceğine inanmıştı.
Ünsal Oskay’ın Kitle İletişim Teorilerine giriş 1 ve 2 derslerini alma şansına kavuşmuştum basın yayında okurken. Mezun olduğum okulun adı YÖK’ten önce A.Ü. SBF Basın Yayın Yüksek Okulu idi. sonra A.Ü. İletişim Fakültesi olmuş. İşte bu okulun efsane öğretmenlerinden biriydi Ünsal Oskay. Marshal MCLuhan adını da ilk kez ondan, onun kitaplarından duydum.
McLuhan’a göre kitle iletişim araçları gelişince yeryüzü minik bir köye dönüşecek ve bu sayede insanlar birbiriyle çok kolay biçimde iletişime geçebilecek, yeryüzünün neresinde olursa olsun insanlar istediği kişiyle iletişim kurup onunla ilgili haberleri alabilecek, tartışabilecekti. McLuhan bunu söylediğinde takvimler henüz 1960’lı yılları gösteriyordu ve ortada radyo ve televizyondan başka bir iletişim aracı yoktu ki onlar da tek yönlüydü. Yani Vizontele’deki ünlü deyişle “onlar bizi duyamıyor, göremiyordu”.
Türkiye’de ise televizyon yayını bile henüz başlamamıştı. 31 Ocak 1968 yılında Ankara’da Mithatpaşa stüdyosunda başlayan yayın ise sık sık “lütfen bekleyiniz” görüntüsüyle kesiliyordu. Yani McLuhan küresel köyden söz ettiğinde dünyada ne internet vardı ne de arama motorları, Türkiye’de ise televizyon yayını da yoktu. Cep telefonları ise hayallerde bile değildi. Bu açıdan McLuhan’ın ileriyi çok iyi görebilen bir iletişimci olduğunu söyleyebiliriz.
Aradan yıllar geçti ve teknolojideki büyük gelişmeler birçok hayali gerçeğe dönüştürdü. MCLuhan’ın küresel köyünü de tabii. Ama 2022 yılına gelindiğinde gerçekleşmiş olan küresel köyün bize ne kazandırdığına bakalım. Tabii ki herkesin birbiriyle iletişime geçmesi çok iyi oldu ve hatta toplumsal bir devrim yarattı denebilir. Artık devletlerin ve uluslararası şirketlerin kirli sırları çok daha zor saklanabiliyor. İnsanların birbiriyle çok kolay haberleşebilmesi, örneğin çocuklarını merak eden anne babaların streslerini azalttı denebilir. Dünyanın neresinde o gün ne olduysa haberdar olabiliyoruz, tabii İngilizce bilmek koşuluyla. Bilmiyorsak ertesi gün haberdar oluyoruz, ama oluyoruz işte bir biçimde.
Küresel köy olmak her sorunumuzu çözdü mü peki? Ya da hangi sorunlarımızı çözdü diye sorayım. Örneğin daha rahat bir yaşama mı kavuştuk? Her şeye sahip olabiliyor muyuz? Daha çok mu yiyecek alabiliyoruz, daha büyük evlerde yaşayabiliyor muyuz, kolaylıkla çocuklarımızı okutabiliyor muyuz, parasız sağlık hizmetine erişimimiz daha kolaylaştı mı, işverenler sigortasız olarak işçi çalıştıramıyor mu artık?
Bu soruların hiçbirine doğru dürüst evet yanıtını veremiyoruz. İletişimin inanılmaz düzeyde artması yaşamlarımızı daha kolay hale getirmedi demek ki. Evet eskiden bir yerden bir yere gitmek günler alıyordu, şimdi saatler alıyor ama bunun iletişimin artmasıyla ilgisi yok. Maaşlarımız da arttı ama fiyatlar daha yüksek hızda arttığı için alım gücümüz düştü, yani refah düzeyimiz azaldı, küresel köy olmamızın buna da bir çaresi olamadı.
McLuhan bu yazının günah keçisi anlayacağınız, zavallıya yükleneceğim başkasına yüklenemeyeceğim için. Ama biliyorum o küresel köyü her şeyin çözümü olarak sunmadı. Ben de bunun farkındayım ve başka gelişmelerin de sorunların çözümünde pek işe yaramadığını göstermeye çalışacağım. Galiba olayın temel nedenini es geçip ayrıntılarda boğuluyoruz.
Batı’daki halklar da mutsuz
Küresel köy olmak çare olamadı da başka gelişmeler çare olabiliyor mu? Örneğin devletlerin yirminci yüzyıl sonu ve yirmi birinci yüzyılda daha çok sosyal devlet haline geldiği söyleniyor. Yani halklarına daha iyi yaşamlar sunma çabasında olan devletler var artık deniyor. İyi de bu ne kadar doğru? Bırakalım Asya’yı, Afrika’yı, ABD ve Avrupa’da bile bunun ne kadar doğru olduğunu ileri sürebiliriz? Avrupa ve ABD toplumları şu anda kırk yıl öncesinden çok daha iyi yaşam koşullarına mı sahipler? Daha kısa soralım isterseniz, daha mı mutlular?
ABD’deki evsizlerin sayısı 2021 yılında 600 bin dolayında idi. AB ülkelerinde de evsizlerin sayısı da her bir ülke için yüz binleri buluyor. Türkiye’deki evsizlerin sayısının 70 bin (1) kişi olarak tahmin edildiğini söylersek durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılacak sanırım.
Sosyalleştiği ileri sürülen devletler aslında sosyalleşmedi, daha buyurgan olmaya, farklı düşünceleri cezalandırmaya başladı. ABD’de örneğin, geriye gidiş oldu. Bir nebze olsun geriletildiği düşünülen ırkçılık tüm haşmetiyle yeniden hortladı. Siyahlar beyaz polisler tarafından hunharca öldürülüyor televizyon kameralarının önünde ve toplumun beyaz kesiminin çoğunluğu bu katliamları onaylıyor ya da hiç sesini çıkarmıyor. Avrupa’da da Batılıların neden olduğu kirli işler dolayısıyla ülkelerinde çıkan savaşlardan kaçan Asya ve Afrikalılar Avrupa’ya gitmek isteyince yabancı düşmanlığı başladı. Medeniyetleriyle böbürlenen Avrupa toplumları, ülkelerine kaçmak isteyen Arapları, Afganları, Afrikalıları “tu kaka” ilan etti. Yabancı düşmanlığı Avrupa ajandasının önemli bir parçası haline geldi.
Yani sorunları öteleye öteleye biriktirmişiz demek ki… En medeni, çağdaş olmakla övünen Avrupalılar, Avrupalı olmayan insanlara bunu yapıyorsa dünyanın geri kalanını düşünün artık. Aslında geri kalanlardan bazıları Avrupalılardan çok daha sevecen davranıyor bu insanlara, zaten az olan yiyeceklerini onlarla paylaşmakta sakınca görmüyor. Yani sosyal devlet olmakla en çok övünen devletler zordaki toplumlara en çok düşmanlık gösteren devletler haline geldi.
Teknolojik gelişme de sorunları azaltmadı
Mars’ta insan kolonileri kurmak, hareket halindeki bir göktaşına araç indirmek, göktaşlarındaki madenleri işletmek için şirketler kurmak, dünya yörüngesinde oteller kurma hayalleri insanlığın topyekûn mutluluğuna bir katkı sağlayabildi mi diye sorsak buna kaç kişi olumlu yanıt verebilir?
Teknolojideki muazzam gelişmelerin, 7,8 milyarı aşan insan nüfusunu olumlu etkileyip etkilemediğine bakalım biraz da…
Elektriksiz köy kalmadı diyenler varsa demesin çünkü bir milyardan fazla insan elektrikten yararlanamıyor halen. İki milyardan fazla insanın ise temiz suya bile erişimi yok.
İnsan nüfusunun yüzde 46’sı Dünya Bankası tarafından belirlenen günlük 2 ABD doları olan yoksulluk sınırının altında yaşarken, bir milyar iki yüz milyon insan ise günlük 1 ABD doları olan açlık sınırının altında yaşamını sürdürüyor. Londra merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’a göre her dakika 11 insan açlıktan ölüyor. Türkiye Cumhuriyeti Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli 22 Mart 2021’de Dünya Su Günü dolayısıyla düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada “Dünyada 80 ülke, su sıkıntısı çekiyor. 844 milyon insan, içme suyu hizmetine erişemiyor. Dünya nüfusunun dörtte birinden fazlası olan 2,1 milyar insan temiz suya ulaşamıyor. 4 milyar insan, yılda en az bir ay, şiddetli su kıtlığı yaşıyor” dedi.
Temiz suya ulaşamama nedeniyle her yıl yüzde 90’ını beş yaş altı çocukların oluşturduğu 1,8 milyon kişi ishalden, 1,3 milyon kişi ise sıtmadan hayatını kaybediyor. (2)
Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre “ısınma ve pişirme için biyoyakıt (odun, tezek, atık vs) kullanan kişi sayısı… 2030 yılı tahmini olan 2,6 milyar kişiyi aşmış 2,8 milyar kişi seviyesine yükselmiş.” durumda. (2)
Dünya genelinde sağlık harcamaları 7,7 trilyon doların üzerinde ancak bu harcamalarının yüzde 77’si gelişmiş ülkelere ait. Dünyada kişi başı sağlık harcaması ortalaması yıllık 1.061 dolar, bölgeler arası bir karşılaştırma bu harcamanın hiç de adil dağılmadığını gösteriyor. Kişi başı sağlık harcaması çoktan aza doğru sırayla; Kuzey Amerika’da 9.691 dolar, Avrupa’da 3.261 dolar, Latin Amerika’da 685 dolar, Doğu Asya ve Pasifik’te 671 dolar, Sahra-altı Afrika’da 84 dolar, Güney Asya’da 64 dolar.
Afrika’da her 3.324 kişiye 1 doktor düşerken, Asya kıtasında 1.239 kişiye 1 doktor, Orta Doğu’da 989 kişiye 1 doktor, Pasifik bölgesinde 533 kişiye 1 doktor, Amerika kıtasında 417 kişiye 1 doktor, Avrupa’da ise 293 kişiye 1 doktor düşmekte. Afrika kıtası derken 1,2 milyar insandan söz ediyoruz yanlış anlaşılmasın. Yani dünya nüfusunun yüzde 16’dan fazlası demek bu da.
Teknolojinin, iletişimin ve ulaşımı bu kadar gelişmesine rağmen “insanlara erişim” ne kadar gelişti acaba? Örneğin Covid-19 aşılarına parası olan devletlerin halkları kolaylıkla ulaşırken parası olmayanlar ne yaptı? En fakir ülkelerden biri olan Burkina Faso halkının yalnızca yüzde 4’ü iki doz aşı olabildi. Tek doz olanlar da yüzde 5. Togo’da iki doz oranı yüzde 13, Kongo’da yüzde 10, Mali’de yüzde 3, Senegal’de yüzde 6. (3)
Ne ABD ne AB ne Çin ne de Japonya fakir halklara yardım konusunda kılını kıpırdattı. Yani insanî gelişimimiz eksideymiş meğerse. Mars’a uzay aracı göndermek bu sorunları çözmekten daha önemli olunca medeniyetten söz etmek pek mümkün olamıyor tabii.
Peki ne yapmalı?
Ne yapmalı da insanların diğer insanları, güçsüz insanları, zor durumdaki insanları düşünmesini sağlamalı? Nedir eksik olan veya kalan? Ne yaptık da bu duruma düştük? Öyle düştük ki sanki eskisinden daha derin bir çukurdayız ve buradan kurtulma şansımız her geçen gün azalıyor.
Milliyetçilik, ırkçılık, dincilik, cinsiyetçilik azdıkça azıyor. Diktatör yapılı siyasetçiler kolaylıkla iktidara gelebiliyor hem serbest seçimler yoluyla. Yani toplumların çoğunluğunun oyuyla. Bu kadar kötü müydü insanlar diye sormak geliyor içimizden. Ya da neler oldu da bu kadar kötü hale geldik?
Çözümler giderek uzaklaşıyor mu, çözümsüzlüklere doğru mu gidiyoruz acaba? Attığımız her adım biraz daha kötü hale mi getiriyor hepimizi? Kapitalist gelişme yolundayız diyen ülkeler kapitalizmi kitabına göre uygulamadı, çünkü uygulamazlarsa daha çok kazanacaklarını gördü. Örneğin serbest rekabet yerine birbirleriyle anlaşıp fiyatları yüksek, üretimi alçak tuttular. Hani Adam Smith’in kuramına göre aynı malı üreten şirketler birbiriyle rekabet ederse fiyatlar düşecek, kalite artacak ve bundan halk kazanacaktı ya, işte bu hiç gerçekleşemedi.
Alternatif olarak komünizm önerildi. Marx’ın önerisi Rusya’da hayata geçirilmeye çalışıldı ancak onun önerileriyle ilgisi olmayan bir yapı ortaya çıkıverdi. Sosyalist üretim diye bir şey olmadı, olamadı. Birbirini ihbar eden ve muhalifleri öldüren bir sisteme komünizm dendi ki bunun tabii ki gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. Ama insanlar başka da bir örnek olmayınca “demek ki komünizm böyle bir şeymiş” dedi.
Sonuç olarak ne kapitalizm ne de komünizm denemeleri insanları mutlu edebildi.
Ama aslında mutlu olabilirlerdi değil mi? Hep beraber, özgürce düşünebilseler belki bir çözüm bulabilirlerdi. Nasıl mı yapacaklardı, örgütlenerek tabii ki. Sendikalarda, kooperatiflerde, meslek örgütlerinde güçlerini birleştirerek yapabilirlerdi. Ama bunu yapmalarına izin verilemezdi ve şimdi de verilmiyor. İdeolojik olarak çözümsüz kaldılar böylece. Bu da güvenlerini yitirmelerine yol açtı. “Kim gelse iktidara benim daha çok çalışmamı istiyor, ama ben daha da mutsuz duruma düşüyorum giderek, daha az kazanıp daha çok çalışmak zorunda kalıyorum” düşüncesi yerleşti herkeste. Halbuki çözüm kendisindeydi ama işin kolayına kaçıp suçu başkalarına atıyordu. Bir araya gelmeyip yine de hakkını alabileceğini düşünenler hep yanıldı, yanılmaya da devam ediyor.
Bir şeylerin yanlış yapıldığı ortada. Ortada da, yanlış yapıldığının herkes farkında mı? Herkes kendince doğru bellediği bir davranış biçimi geliştirmeye başladı. Çözümsüz kalan insanlar en olmadık çözümlere başvurmaya başlar çünkü. ABD’de siyahların ve İspanyolca konuşanların bir bölümünün ezeli düşmanları Trump’a oy vermelerini ne ile açıklayacağız? Sekiz yüz yıl önce “Magna Carta’sı ile diğer halklara örnek olmuş Büyük Britanya’nın göçmenlere kapılarını kapatması, ırkçıların seçmenden daha çok itibar görmeye başlaması nasıl açıklanabilir? Ya da Macron’u seçen Fransız İhtilalini yapanların torunlarının “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganlarını unuttuklarını mı düşünmeliyiz?
Kimliklerin, iletişim devriminin de etkisiyle baskın plana geçtiğini görüyoruz. Bu iyi bir şey. Herkes etnik, dinsel ve cinsel kimliğine daha çok sahip çıkar oldu. Ama bu sahip çıkma duygusu kendilerini daha üst bir yaşam düzeyine taşıdı mı? Kimliklerine sahip çıkmak onları daha özgür kıldı mı ya da?
Ne kadar gelişirsek gelişelim bir çalışanlar yani emeğinden başka sermayesi olmayanlar var, bizim gibi, bir de çalıştıranlar, yani sermaye sahibi olup, fabrikalar, iş yerleri açanlar ve bizleri çalıştıranlar. Sınıf temelinde algılasak, sorunlarımızı daha kolay çözebilir miyiz acaba? Dönüp dolaşıp bu noktaya geliyorum. Her şey değişiyor ama sınıflar hiç değişmiyor. Hep birileri çalışıyor, birileri de çalıştırıyor. İşverenler var, işçiler var, başka birileri yok sanki. İstanbul’da 1970’li yıllarda işçiler haklarını alabilmek için grevler yapıp patronlarını “ikna” etmeye çalışırdı sendikaları aracılığıyla. O zamanlar çoğu sınıf bilinciyle hareket ederdi. Böyle hareket ettiklerini de bilirdi. Direniş gösterirlerdi haklarını alabilmek için. Üzerinden kırk yıldan fazla zaman geçti, bugün yine grevler, iş bırakmalar, direnişler oluyor ama bunu yapanlar namazında niyazında insanlar çoğunlukla. Aynı zamanda milliyetçiler de. Solcu değiller, sınıf bilinçleri yok ama yaptıkları şey aynı, direnmek, haklarını bu yolla elde etmek. Yani patronları “ikna etmek” için iş bırakmak. Çünkü hangi değişimi geçirirseniz geçirin, ne olursanız olun, neye inanırsanız inanın, hangi cinsel kimliğe sahip olursanız olun patronlar için bir farkınız yok. Hepiniz yolunacak tavuklarsınız. Ancak sesinizi yükselterek haklarınızı alabiliyorsunuz, namaz kılıyorsunuz diye patron sizin hakkınızı tam olarak vermiyor ya da milliyetçisiniz diye daha fazla ücret alamıyorsunuz. İşçiler Türkiye’de kırk yıl sonra yeniden “hak verilmez alınır” sloganının doğruluğuna oynuyor. Belki tümü bu oyunu kazanamayacak ama kazananları örnek alanlar çoğalacak, işte bu zihinsel bir gelişme olarak belleklerine kazınacak. Durduk yerde hiçbir hükümet, hiçbir işveren işçilerine hak vermez. Onları zorlamak gerekir, sesini çıkarmak gerekir, iş bırakmak gerekir, kamuoyunu arkana almak gerekir ki başarıya ulaşabilesin. Genç işçiler şimdilerde bunun farkına varmaya başladı. Tabii ne kadar yaygınlaşacak bu farkındalık bilemiyoruz ama başlaması bile umut verici.
İnsanlık nasıl kurtulacak?
Türkiye’de işçi sınıfı kaybolan eşeğini yeniden bulma yolunda, sevindirici bir şey ama dünyada eşeklerin kaybedilmediği ülkelerin halkları da pek mutlu değil. Dünya çapında bir gelişme nasıl sağlanabilir refahın artması anlamında? İşsizlik nasıl azaltılabilir, ücretler nasıl artırılabilir, açlık nasıl yok edilebilir örneğin? Teknolojinin gelişmesinin insanların özgürleşmesine, mutluluğuna pek katkısı olmuyor. Hatta teknoloji ne kadar gelişirse insanların özgürlüğü o kadar azalıyor. Devletler, küresel şirketlerle işbirliği halinde toplumlarını daha fazla denetim altına almak istiyor, alıyor da. Artık herkesin sağlık bilgileri, adli bilgileri, mal mülk bilgileri gizli değil. Aslında yasalarla kesinlikle gizliliği sağlanmış durumda ama bu yasalar asla işlemiyor. Kargo şirketleri bile hepimizin kimlik numaralarını, adreslerini biliyor. Kredi kart bilgileri çalınıp duruyor, her an ne satın alıyor, ne yiyor, ne içiyoruz, nerede eğleniyoruz, neleri beğeniyoruz, nelerden hoşlanmıyoruz, bunların tümü biliniyor. Hatta arama motorlarında yaptığımız aramalar sayesinde neleri merak ettiğimizi bile biliyor devletlerle iş birliği yapan küresel şirketler. “Kameralar güvenliğinizi sağlamak için takılacak ve tüm sokaklar izlenecek” dediler ama sokaklarda tacizler, saldırılar, katliamlar kol geziyor. Amaç tabii ki bizim güvenliğimiz değildi, kimin nerede olduğunu anında bulabilmekti yani, bizi izlemekti. Örneğin iktidara muhalif bir kişiyseniz her anınızı izlemeleri o kadar kolay ki! Yani suçluları falan izlemek değil dertleri, bizi izlemek, aykırı bir şeyler yapmamızı önlemek, özgürlüğümüzü kısıtlamak hatta ortadan kaldırmak. Teknolojideki gelişme bizi daha da köleleştirdi, özgürleştireceğine.
Çare teknolojiyi toptan ortadan kaldırmak mı acaba? Sanki bu her şeye çözümmüş gibi sunulabilir ama bu da çözüm değil. Teknoloji yalnız kötülük için kullanılmıyor, MR ve tomografi cihazları, bilgisayarlar, cep telefonları çoğu zaman yaşamlarımızı kurtarıyor. Ama teknolojik ürün ve uygulamaların hayatlarımıza, özgürlüklerimize karışacak biçimde kullanılmasının yasaklanması gerekiyor. Sözün kısası mutluluk, özgürlük, refah getirmedi teknolojik gelişmeler.
Yine de enseyi karartmamalı
İnsanların daha iyiye, güzele olan özlemi hiç bitmeyecek, işte bu duygu umudumuzu yitirmememiz için bir neden sunuyor bize. Madem ki insanlar kendileri ve sevdikleri için hep daha iyisini arayacak, daha güzelini arayacak o zaman bu konuda mücadele etmeye devam edelim gezegenin her yerinde. Bir de şunu unutmayalım bir tek ülkede zafer kazanmanın hiç ama hiçbir anlamı yok. Tüm ülkelerde zafer kazanmanın yollarını araştıralım, bulalım, bir tane zafer kazanılmamış ülke kalmayana dek.
2- https://www.gazbir.org.tr/uploads/page/Dunyada_ve_Turkiye_de_Enerji_Yoksullugu_Gorunumu.pdf
3- Aşılamayla ilgili tüm istatistikler şu adresten alındı: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56025069