İsmail Boy
Bugünlerdeki sıcak gündemimiz Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etme girişimi ve birçok şehrini bomba yağmuruna tutması, bu üzücü olay beni tam 40 yıl geriye götürdü.
1982-86 arası yıllarda Türkiye’nin önde gelen holdinglerinden birinin İran bölge sorumlusu olarak Tahran’da yerleşik olarak çalışıyordum, şirketteki görevim burada kurduğumuz ofisten hem holdingin kendi ürettiği ürünleri, hem de Türkiye’de üretilen başka ürünleri İran’a pazarlamaktı.
İran halkı 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren monarşiye karşı protestolara ve sokak hareketlerine başlamış, Şah Rıza Pehlevi bu hareketleri kontrol etmek için birçok yol denemiş, başarısız olunca da 1979 yılı başlarında ülkeyi terk etmişti. Aynı yıl uzun zamandır Paris’te sürgünde bulunan dini Lider Ayetullah Humeyni İran’a dönmüş ve İran İslam cumhuriyetini ilan etmişti.
1980 yılı sonunda ise Saddam Hüseyin, İran’da yaşanılan bu son olayların ülkeyi zayıflattığı ve bu kargaşadan faydalanma düşüncesi ile uzun zamandır İran’ın Hürmüz Boğazı’ndaki hakimiyetine son vermek amacı ile bu ülkeyi işgal etme şehvetine kapılmış, sonuçta iki ülke arasında yaklaşık 8 yıl sürecek kanlı bir savaşı başlamıştı.
Tahran’da çalıştığım dönemlerdeki müşterilerimizden biri de Savunma bakanlığı ve Askeri Kuvvetler Lojistik birimdi (Ministry of Defense and Armed Forces Logistics MODAFL), o dönemler henüz Türkiye tarımını bugünkü gibi ihmal etmemiş, hem komşu ülkelere hem de Hindistan Pakistan gibi uzak ülkelere nohut, mercimek ve fasulye benzeri bakliyat ürünleri ihraç edebiliyordu, (Günümüzde ise mercimeği Kanada’dan, nohutu Meksika’dan, fasulyeyi Meksika, Kanada ve Hindistan’dan ithal etmeye başladık)
Biz de o dönemler şirket olarak İran ordusu için büyük bir gıda kontratı yapmayı başarmıştık, Diyarbakır, Konya ve Elazığ gibi yörelerden tedarik ettiğimiz ve Mersin’deki depolarımızda gerekli işlemleri yapıp ambalajladığımız binlerce ton fasulye ve nohut gibi ürünleri kamyonlarla İran’a ihraç etmeye başlamıştık.
İşimizin bir parçası olarak sık sık bu askeri kuruluşu ziyaret etmem gerekiyordu, bu ziyaretler sonucu oradaki yetkililer ile aramızdaki samimiyet ilerlemişti, iş görüşmeleri dışında güzel sohbetler de yapıyorduk. Yine böyle bir ziyaret sırasında oradaki yetkililerden biri küçük bir istihbaratı benimle paylaştı, almış oldukları bazı haberlere göre o güne kadar sadece İran’ın güneydoğu cephesinde süren kara savaşının daha da yayılacağı ve hatta o gece Irak uçaklarının Tahran’a gelme ihtimalinin olduğunu söylediler. Yanımda şirketimizin genel müdürü (rahmetli) Aksel Bey de vardı, çıkışta “Abi isterseniz siz Türkiye’ye dönün” dedim. Ancak İstanbul’a giden en erken uçak ertesi gün akşamdı, hemen biletini ayarladık ve otelimiz Azadi’ye (eski Grand Hyatt Hotel) dönüp diğer Türk arkadaşlarımızla bakanlıktan aldığımız bu bilgiyi paylaştık.
Gece yarısı uykumun tam en güzel yerinde sanki bir ıslık sesi ile uyandım ve peşine korkunç bir patlama oldu, yataktan fırlayıp, karanlıkta ne yapacağımı bilemeden sürünerek pencereye doğru gittim ama sakin bir yer olsun diye seçtiğim oda dağ tarafına baktığı için hiçbir şey görünmüyordu. Odanın telefonu çaldı, arayan Aksel Bey’di, sadece” Geldiler, hemen koridora çık” dedi. Odamdan bir şey görünmüyordu ama koridorun ucundaki pencereden şehir bulunduğumuz noktadan havaalanına kadar her yer tabak gibi görünüyordu, eğilerek pencereye kadar gittik, pencerenin önünde dışarıya bakan yabancı bir otel misafiri daha vardı, Mehrabad Havaalanı çevresinde uçaksavar ateşleri başlamıştı. Yerden havaya doğru açılan her 4 ateşten beyaz ışık saçarken 5 incisi kırmızı bir iz bırakıyordu, Yanımızdaki yabancı misafir bize mermileri tarif etmeye başladı, “anti-aircraft” (uçaksavar) dedi ve kalibresini, modelini, menzilini saydı, adamın mesleğini anlamıştık.
Bir süre sonra ateş kesildi, Irak uçakları bombalarını bırakıp dönmüşlerdi, sabahı zor ettik. Ertesi sabah otel yetkililerinden öğrendik ki 3 ıIak uçağı gelmiş, bıraktığı bombalardan biri otel yakınlarındaki bir hastaneye düşmüş, birkaç kayıp olmuştu.
Otelden çıktık, programımızda tekrar Savunma Bakanlığına uğramak, sonra da Aksel Bey’i havaalanına bırakmak vardı,. Gittiğimiz yer bakanlığın bir bölümü de olsa nihayetinde burası da askeri bir kuruluştu ve içeri girmenin belli prosedürleri vardı. İşler şöyle yürüyordu:
Nizamiye kapısına gelince içeride görüşeceğiniz kişinin ismini verirsiniz, kapıdaki askerler içerisi ile haberleşir, uygunsa bu kez kendi iç güvenlik birimlerine haber verilir ,oradan gelecek gözlemci ile görüşmenin yapılacağı şahsa gidilir ve tüm görüşme boyunca güvenlik biriminden gelen bu şahıs toplantıya eşlik eder, konuşmaları dinlerdi. İşin garip tarafı görüştüğümüz yetkili kişiler ile konuşmalar İngilizce yapılırdı ama güvenlik biriminin verdiği gözlemci çoğu kez İngilizce bilmezdi.
Bu prosedür yani gözlemcinin bizi almaya gelmesi yaklaşık yarım saat sürerdi, her seferinde nizamiye girişindeki odada beklerken nöbetçi askerlerle bildiğim yarım yamalak Farsça ile veya o esnada orada Azeri asıllı asker varsa onlarla da Türkçe sohbet imkanı oluyordu. Bu kez yine öyle yaptık, gözlemciyi beklerken sohbet, gece gelen Irak uçaklarından açıldı. Benim yabancı olduğumu bildikleri için gülerek geceyi sordular, “çok korktunuz mu? Uçaklar gelince ne yaptınız?” diye sordular, ben de yaşadıklarımızı eksiksiz anlattım. Sonra ben de onlara sordum “Peki siz ne yaptınız?” dedim, askerlerden bir tanesi heyecanla hemen atıldı “ Ne yapacaktık, tabii ki tüfeklerimizi alıp kapıda sabaha kadar nöbet tuttuk” dedii.
Aksel Bey ile birbirimize bakakaldık, elde tüfeklerle gelen Irak uçaklarına karşı nöbet tutmak nasıl bir şeydi acaba?..