Bundan tam 10 yıl önce, 2015’in o puslu siyasi ikliminde, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasındaki o kısa ama bir o kadar da kanlı parantezin ardından, “Sonsuza kadar AKP mi?” diye sormuştum.
O günlerdeki temel yanılgı, AKP’nin 2003’ten beri kesintisiz bir iktidar sürdüğü zannıydı. Oysa 1 Kasım 2015 bambaşka bir AKP’nin, ülkeyi bambaşka bir rotaya soktuğu yeni bir dönemin miladıydı. Gündem iç politikadan güvenlik ve dış politikaya kaymış, Rus uçağının düşürülmesiyle Türkiye tehlikeli sularda tek başına yelken açmaya başlamıştı.
Aradan geçen 10 yılda o sular adeta bir girdaba dönüştü. Biz o girdabın içinde savrulurken, 2015’te sorduğumuz sorular bugün hem daha anlamlı hem de daha karmaşık hale geldi. Çünkü artık ne Türkiye 2015’in Türkiye’si ne de iktidar o günkü AKP.
2015’teki yazıda, 1 Kasım sonrası dönemi “ikinci AKP dönemi” olarak tanımlamıştık. Ne kadar naif bir bakış açısıymış. Meğer o sadece bir başlangıçmış. Asıl kırılma, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve ardından gelen 2017 Anayasa Referandumu ile yaşandı. O tarihten sonra artık bir partinin iktidarından değil, devletin bizzat kendisi haline gelen, tüm kurumları ve kurallarıyla yeni bir sistemin inşasından bahsediyoruz. Dolayısıyla bugün “AKP iktidarı” demek, meseleyi basite indirgemektir. Karşımızda, partinin çok ötesinde, lider kültü üzerine kurulu bir “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ve onun yarattığı bir siyasi gerçeklik var.
Peki bu 10 yılda muhalefet ne yaptı? 2015’teki yazıda bir tespitte bulunmuştuk:
“Aynı kalan, her zaman olduğu gibi CHP ve CHP’nin başarıyla politikadan uzak tutmayı başardığı yüzde 25.”
Bu tespit, acı bir şekilde uzun yıllar geçerliliğini korudu. Ta ki 2023 seçimlerinde yaşanan o büyük hezimete kadar.
2019 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara’nın kazanılması, muhalefet blokunda “AKP’nin seçimle gidebileceği” umudunu yeşertmişti. Ancak bu, CHP’nin başarısından çok, metropollerdeki seçmenin iktidara kestiği bir faturaydı ve bu fatura doğru adayla tahsil edilmişti. Bu başarının sarhoşluğu, 2023’e giden yolda stratejik körlüğe dönüştü. “Altılı Masa” gibi kağıt üzerinde mantıklı duran bir proje, liderlik hırsları ve vizyon eksikliği nedeniyle tarihin en büyük siyasi fırsatlarından birini heba etti. İmamoğlu aday olsaydı seçim kazanılırdı iddiaları da, Cuma günü İmamoğlu hakkında verilen onama kararıyla boşa düşmüş oldu.
Geldik bugüne…
Kemal Kılıçdaroğlu’nun 13 yıllık genel başkanlık serüveni büyük bir hayal kırıklığıyla son buldu. Parti içinde esen “değişim” rüzgarı, koltuğa Özgür Özel’i getirdi. Şimdi herkesin aklında aynı soru var: Bu değişim, partinin genetiğine işlemiş o “kaybetme kültürünü” değiştirebilecek mi? Yoksa bu, sadece bir vitrin değişikliği, bir “koltuk kavgası”nın neticesi mi? CHP, seçmenin karşısına gerçekten yeni bir hikaye ile mi çıkacak, yoksa eski metni farklı bir ses tonuyla okumaya devam mı edecek? Bu sorunun cevabı, Türkiye’nin kaderini belirleyecek. CHP’nin bugün anketlerde birinci parti olarak gözükmesi pratik olarak ne ifade ediyor, bilinmez. Bu tartışılır. Zira, mevcut kurulu düzende parlamentoda birinci olmak neyi değiştirir ki?
İktidar cenahı CHP’deki tartışmaları keyifle izliyor. 10 yıl önce iç politikada “paralel yapı”, “yolsuzluk” gibi konularla sıkıştırılan iktidar, artık gündemi tamamen kendisi belirliyor. Ekonomi alarm zilleri çalarken, enflasyon halkın belini bükmüşken, iktidar dış politikayı bir iç politika aparatı olarak kullanma sanatında ustalaştı. Libya’da, Suriye’de atılan adımlar, Doğu Akdeniz’deki restleşmeler, Batı ile yaşanan kontrollü gerilimler… Tüm bunlar, ekonomik krizi ve iç sorunları perdeleyen birer “milli beka” anlatısına dönüştürülüyor. 2015’te Rus uçağını düşürerek girilen macera, bugün devletin temel dış politika stratejisi haline gelmiş durumda.
Şimdi, 10 yıl önceki o yazının sonundaki soruları tekrar soralım ama bugünün gerçekleriyle:
İktidar bu işi selametle nereye kadar götürecek? Artık soru “AKP” değil, bu sistemin sürdürülebilirliğidir. Ekonomik rasyonaliteden kopmuş, kurumların içinin boşaltıldığı bu yapının ömrü ne kadardır?
Önümüzdeki seçimlere sağ salim ulaşabilecek miyiz? Elbette ulaşacağız. Ancak soru, hangi şartlarda ve ne kadar adil bir yarış olacağıdır.
“AKP seçimle gitmez” diyenlerden misiniz? 2019, gidebileceğini gösterdi. 2023 ise en kötü şartlarda bile kazanabileceğini… Bu denklem, artık muhalefetin ne kadar akıllı ve cesur olacağına bağlı. CHP’deki Özel-Kılıçdaroğlu çekişmesinin gölgesinde bir başarı mümkün mü? Yoksa, CHP bölünürse muhalefet daha da büyür mü?
Yakın gelecekte iktidar bloğunda bir çatlak olur mu? 10 yıl önce Abdullah Gül’den beklenen hamle hiç gelmedi. Bugün de benzer beklentiler dahi yok. Sistem, kendi içindeki çatlak sesleri anında bastıracak kadar merkezileşmiş durumda.
Sonuç olarak, 10 yıl önce bıraktığımız yerden çok daha karmaşık bir noktadayız. O gün iki seçenekten bahsetmiştik:
Dış faktörlerle bir çöküş sonucu kurulacak bir milli birlik hükümeti ya da sorunu torunlarımıza havale etmek.
Bugün, 10 yıl sonra üçüncü bir seçenek belirginleşti mi? Muhalefetin, özellikle de CHP’nin, kendi içindeki iktidar oyunlarını bırakıp topluma gerçek bir alternatif sunması bu iki seçeneğe bir üçüncü olasılık ekler mi? Eğer bu gerçekleşmezse, “sonsuza kadar” sürecek olan bir partinin iktidarı değil, bu kurulan sistemin kendisi olacaktır. Ve bu, bizim çocuklarımızın ve torunlarımızın değil, bizzat bizim neslimizin çözmek zorunda olduğu bir sorundur.
Bu bizim neslin performansına bakıldığında ortada karamsarlıktan başka bir şey görünmüyor maalesef.
Fotoğraf: AK Parti X hesabı
İlgili yazı: