1929 doğumlu yani yakında asırlık çınar olacak. Dünyanın tanıdığı en ünlü kadın sanatçı. Alametifarikası da puantiyeler. Ama ne puantiyeler: Kadın bütün dünyayı rengarenk benekleriyle doldurmuş durumda. Hiç ummadığım yerlerde karşıma çıktığı için hakkında yazmasam olmadı.
Kusama Japonya’da çiftçi bir ailede doğmuş. İlkokulda kabakları resmetmeye başladığında annesinden hiç destek bulmamış, tersine engellenmiş. 10 yaşındayken canlı hayaller görüyormuş. Patlamalar, ışıklar, noktalar, ağlar şeklindeki hayallenmelerini çizmeye başlamış. Çizdiği çiçekler kendisiyle konuşur, kumaşlardaki şekiller canlanıp çoğalarak etrafı doldururmuş. Bir seferinde masa örtüsündeki çiçekler canlanıp her yeri işgal ettiğinde kendisini de yok edeceğini düşünerek kaçmaya çalışırken merdivenden düşüp ayağını kırmış: Yayai Kusama ağır bir şizofren.
2. Dünya Savaşı’nın bütün dünyayı yakıp yıktığı ama özellikle Japonya’yı vurduğu günlerde yani yeni yetmelik çağında askeri fabrikada paraşüt kumaşı dikiminde çalışmaktaymış. Savaştan sonra annesinin bir zenginle evlenmesi konusundaki ısrarlarını reddederek ipek gibi kumaşları mineral tozları ile boyamanın temelini oluşturduğu klasik “Nihonga” sanatını öğrenmek üzere Kyoto Sanat Okuluna başlamış. Ancak bu tür resimler yapmayı sevmemiş. Japon sanatından çok Avrupa ve Amerika sanatına ilgi duymaya başlamış. Yirmisinde duvarları, yerleri, kumaşları, ev eşyalarını özetle eline ne geçerse boyuyormuş.
Capcanlı renklerde boyadığı benekler alameti farikası gibiymiş. Daha sonra bir söyleşisinde evlerinin yakınındaki derenin dümdüz beyaz taşlarına bayıldığı, puantiyelerinin kaynağının o taşlar olabileceğini söylemiş.
Japonya’yı bir kadın için çok feodal, çok köleci, çok baskıcı ve çok küçük bulan Kusama, Amerikalı bir kadın sanatçının da el vermesiyle ABD’ye göç etmiş. Giderken de o zamana kadar ürettiği her şeyi yakmış. Yakmasaymış, çoğunu ailesinden gizli yaptığı bu resimleri o gidince zaten yok edeceklerini biliyormuş.
1957 yılında Amerika’ya göç ettiğinde “kendi kendini tahrip etmek” diye isimlendirdiği bir dizi ürün yaratmış. Yapıtlarında sürekli tekrarlanan benekler ve ağlar yaparak bir yandan kendini dünyanın sınırsızlığında kaybetmeye bir yandan da ben de varım demeye çalışmaktaymış. Ürettikleriyle hem kendi aklının yarattığı hayallerden hem kendi ailesinden ve ülkesinden hem de dünyada olup biten her şeyden kaçmaya, kaçınmaya çalışmaktaymış. Ancak o günlerin Amerikan sanat ortamı hem Asyalı hem de bekar bir kadını kabule açık değilmiş.
Seattle’a yerleşip imzası kabul edilen renkli peruklar ve uçuk kaçık kıyafetler ile “Avant-Garde” hareketinden biri olarak yer edinmeye çalıştıysa da pek de başarılı olamamış. Hamisi gibi olan aynı kadın sanatçının önerisi ile atölyesini New York’a taşımış. Bu dönemde beyaz fallik patlamaları doruğa çıkmış. “Babam hep kadın peşindeydi. Annem de suçüstü yakalayayım beni peşine gönderirdi. Onları seks yaparken görürdüm. Seksten hoşlanmam. Sekse takıntım var” diyen bu kadın erkeklerin belden aşağısını özellikle de penislerini resmetmekteymiş. Kadın bedenini göstermekten gocunmayan eril sanat dünyasında birden dikkatler üzerine toplanmış.
Sadece resim yapmayan, heykel dahil her türlü sanatsal üretime bulaşan Yayoi, 1960’larda kumaş gibi yumuşak malzemelerden heykeller üretmeye de başlamış. Örneğin penis şeklinde beyaz pofuduk çıkıntılardan oluşan kumaş bir koltuk dikmiş. Bir galeride sergilenen bu koltuk çok dikkat çekip galerideki başka sanatçıların eserlerini gölgede bırakınca diğer sanatçılar da onun yaptığı gibi şeyler yapmaya başlamış.

Andy Warhol başta olmak üzere pek çok sanatçı onun eserlerini taklit etmeye başlamış. Başka türlü söylersek, onun yaratılarını çalıyorlarmış. Kendisininkine benzer bu eserleri gören, üstelik onlar bunları satıp para kazanırken kendisinin adının bile anılmayışına içerleyen Kusama depresyona girmiş.
Kusama zaten defalarca depresyona girmiş. İntihar etmiş. Hastanelere yatıp çıkmış. Gene de dur durak bilmeksizin üretmiş. Gece gündüz uyumadan hep üretmiş.
1960’lı yıllar aslında en verimli yılları. O dönemde aynayla kapladığı odaları canlı renkli puantiyelerle döşemeye başlıyor. Ayrıca puantiyelediği şeyleri tavandan da sarkıtarak o hacmin beneklenmemiş yerini bırakmıyor. Aynalar yardımıyla da tekrarlaya tekrarlaya sonsuza uzanan ve gerçek algısını yok eden bir şeye dönüştürüyor odaları. Bu sonsuzluk odaları, içine giren kişiye evrende ne kadar küçük olduğunu göstermenin bir yolu aslında. Bu üretimi de çokça kopyalanıyor ve günümüzde bile Kusama’dan dem vurulmadan pek çok taklidi pazarlanıyor.
Altmışların sonuna doğru Yayoi bir ticari marka da oluşturuyor. Kendi desenlerinden oluşan çantalar, giysiler vb. ile satış yapmaya çalışıyor. Ancak markalaşmış olduğu halde satış işlerinde pek başarılı olamıyor.
Kusama topluma yönelik etkinlikler de yapıyor. Çıplak mankenlere benekler boyuyor ve New York’un Central Park, Brooklyn köprüsü gibi ünlü yerlerinde Vietnam savaşını protesto eden gösteriler düzenliyor onlarla. Richard Nixon’a Vietnam savaşını durdurursan seninle yatarım diye mektup bile yazıyor. Seksten nefret ettiği düşünülünce barış için kendince en büyük fedakarlığı önerdiği anlaşılıyor. Yaptıkları ve söyledikleri sürekli olay oluyor.
“Çıplakları Boyama Atölyesi” kurduğu gibi “Kusama Omophile Kompany (KOK)” adıyla bir homoseksüel kulübü de açıyor. Ailesi onun bu çıplaklık hikayelerinden çok utandığını anlatıyor basına, çocukluğunda yaşattıkları cinsel travmalardan söz etmiyorlar elbette. Okuduğu okul da adını mezunlar listesinden siliyor. Kendini yapayalnız hissedip yeniden intihar ediyor, yeniden kurtarılıyor.
Venedik Bienali’ne katılıyor, o da olay oluyor. Aslında davet edilmeden gidip bir gölün üzerine binlerce küre yerleştiriyor. Sonra da gelen geçene seslenip bir küre uzatarak bir iki dolara satmaya çalışınca bienal görevlileri duruma müdahale ediyor. Aslında amacı satış yapmak değil, sanatın nasıl metalaştığını göstermek.
1970’lerin sonuna doğru Amerika’dan umduğunu bulamayacağı aklına dank ettiği için yurduna, Japonya’ya geri dönüyor. Memleketinde de hoş geldinlerle karşılanmıyor. Bir gazetecinin Amerikadaki etkinlikleriyle ilgili yazdığı yazı sonrasında “Skandallar kraliçesi” diye anılmaya başlanıyor. Gene yıkıma uğruyorsa da üretmekten hiç vazgeçmiyor. Amerika’da ürettiği kocaman şeylerin tersine Japonya’dayken daha küçük boyutlu şeyler üretiyor. Ayrıca gerçek üstü hikayeler, romanlar, şiirler yazıyor. Yeniden hastalanıyor, yeniden intihar ediyor.
Kaldırıldığı hastanenin doktoru sanatla rehabilitasyon bilincine sahip biri ve ona “Sen sürekli burada kal ve sanatına buradan devam et” diyor. Öyle yapıyor. Zaten parasız olduğu için biraz da bedava otelde kalmak gibi geliyor olmalı. 1970’lerin ortasından beri gönüllü olarak Tokyo’da bir akıl hastanesinde kalıyor. Psikiyatri hastanesindeki odasında “shikishi” yapıyor. (Shikishi geleneksel bir Japon kâğıt sanatı. Kalınca özel bir kâğıttan üretilen kartpostal kadar büyüklükte kare ya da dikdörtgen bir şey shikishi. Üzerine kaplanan beyaz kâğıda resim, grafik, karikatür gibi şeyler çizilebildiği gibi şiir de yazılabiliyor. Bu özel kâğıdın kenarları altın rengi çerçeveleniyor ki daha şık görünsün.)
Zamanla hastaneye çok yakın bir de sanat atölyesi de oluyor Kusama’nın. İstediğinde gidip atölyesinde çalışıp hastaneye dönüyor. 1980’lerde birçok kumaşı ve devasa şişirilebilir objeleri o atölyede boyuyor. Hastane ona şans mı getiriyor bilinmez, giderek ünleniyor. Sonunda kapısını Louis Vuitton çalıyor. Ünlü markanın ürünlerine el işi puantiyeler vb. boyamaya başlamasıyla şansı dönüyor. Para da kazanıyor, dünyaca bilinir de oluyor. Seksenli hatta doksanlı yaşlarında Amerika’da da sergiler açıyor, etkinlikler düzenliyor.
“Sanat olmasaydı çoktan ölmüştüm” diyen bu kadın hâlâ yani 96 yaşında üretmeye devam ediyor. Şimdilerde herhangi bir sanat müzesi yok ki içinde bir Kusama eseri olmasın. Sanatla iç içe yaşamayan ben bile o kadar çok Kusama eseriyle karşılaştım ki hiçbir sanatçının yaşarken onun kadar ünlü olduğunu görmedim, duymadım.
Dünyanın bu en ünlü kadın sanatçısının eserlerine rastlamadıysanız internette biraz dolanmanızı öneririm. 2017 yılında Tokyo’da kurulan Yayoi Kusama Müzesi’nin sayfasından da yararlanabilirsiniz. Müzenin sayfasında yayınlanan filmde sanatçının rahat vermeyen beynine gönderme yapmak için olmalı, insanı çok rahatsız eden bir müzik seçilmiş olduğunu da ekleyeyim.
Bizler, bedensel farklılıklarımız yüzünden nasıl fiziksel becerilerimizle birbirimize benzemiyorsak, akılsal ve duygusal yeteneklerimiz için de durum aynı. Bu gerçeği hepimiz iyi biliriz de konu akıl hastalıklarına gelince kafamız biraz karışıyor.
Bir insanın aklı hastaysa diğer beyinsel işlevleri de bozulur sanıyoruz. Oysa bir dâhide de bir salakta da akıl hastalığı olabilir. Akıl hasta diye beynin bütünü devre dışı değildir. Akıl da zaten tek bir şey değil birçok farklı şeyin bütünüdür. Bir bölümü hasta iken başka bölümleri sağlam hatta çok üstün olabilir. Tıpkı düz yolda bile yürüyemeyen birinin harika bir konuşmacı olabileceği gibi, şizofren biri de harika bir sanatçı ya da yaratıcı bir bilim insanı olabilir.
Elyn Saks, South California Üniversitesinde hukuk profesörü olan başarılı bir konuşmacı ve çok ünlü bir kadın. Kendisi 8 yaşından beri şizofreni hastası. Şizofreninin en ağır belirtileriyle birlikte yaşarken kendi kariyerini de oluşturabilmiş harika bir örnek.
Elyn Saks, gerçekten çok güzel konuşuyor. Zihinsel bir hastalığa sahip olmanın bir mahkûmiyet olmadığını, size siz yapan bütünün sadece bir parçası olduğunu, akıl hastalıklarının son nokta olmadığını söylüyor. Elyn, Yayoi örneğinde de olduğu gibi, kendi hayatının bütün zorluklarına rağmen başkalarının hayatına da dokunuyor, hem de en güçlü biçimde…
Kimliği, eğitimi, iç etkenleri ve kendisinin belirle(ye)mediği dış koşullar ne olursa olsun üretmekten vazgeçmeyenler var. Hayatı hayat yapan da üretmek değil mi zaten?
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: