Uyuşturucu sorunu Türkiye’de uzun yıllardır vardı. Ama daha çok Afganistan’dan gelen hammaddenin doğrudan veya Güneydoğu Anadolu’da işlendikten sonra Avrupa’ya gönderildiği o dönemde, Türkiye’de uyuşturucu bağımlılarının adedi son derece azdı.
Daha çok yasadışı bir ticaret olarak görülen bu sorun, bazı aşiretler tarafından yürütülürdü. ‘Bir kilo toz, bir otoboz’ deyimi o zamanlardan kalmadır. O dönemi hatırlamayanlar için açıklayayım, o yıllarda bir kilo eroinin satışı sonucu oluşturulan sermaye ile bir şehirlerarası otobüs satın alınabilirmiş. Bu sayede ailelerin büyük kentlere yerleşen bir sonraki nesilleri “iş adamı” sınıfına terfi edermiş. Bugün pek çok iş insanının geçmişine baktığınızda, bir iki nesil önce ailesinin uyuşturucu ticareti yaptığını görürsünüz.
Günümüzde az da olsa devam eden bu zenginleşme modeli şekil değiştirmiş, bir anlamda evrime uğramış durumda. Küreselleşmenin bir sonucu olarak, artık kullanılan uyuşturucunun da geldiği ülkeler çoğalmış, ayrıca piyasaya pek çok sentetik uyuşturucu çıkmış durumda.
Özellikle 2016’dan sonra, Türkiye’de de uyuşturucu kullanımı ciddi şekilde arttı. Daha önce Batı’da olduğunu duyduğumuz, sokaklarda, okul önlerinde yapılan uyuşturucu satışları ülkemizde de yaygınlaştı. Eskiden kaçak sigara satan torbacılar artık uyuşturucu satıyor.
Döviz karşılığı yapılan vatandaşlık satışları sonucu, ülkemizi mekan tutan uluslararası uyuşturucu kartellerinin liderleri, hızla soylu soysuz bazı politikacılarla ilişki içerisine girdiler. Bunlar bir yandan ülke içerisinde de bir perakende satış ağı kurarken, bir yandan da Türkiye’nin, belki de Hollanda’dan sonra Avrupa’nın en büyük uyuşturucu merkezi haline gelmesine sebep oldular.
Polisin, yargının, gümrük teşkilatının ve politikacıların içine sızan bu oluşumlar, ülkenin yavaş yavaş bir narko-devlete dönüşmesi tehlikesini beraberinde getirdi. Ekvador’da Türk girişimcilerin liman satın alması, Mersin Limanı’nda muz konteynerleri arasında sürekli büyük miktarlarda uyuşturucu bulunması gibi gelişmelerin yanı sıra, ‘döviz gelsin de nereden gelirse gelsin’ anlayışı sonucu Türkiye’de uyuşturucu kullanımı bir salgın haline geldi ve milli güvenlik sorununa dönüştü.
Uyuşturucu kullanımı ile mücadele, nihayet sayın Ali Yerlikaya’nın İçişleri Bakanlığı’na atanmasıyla yıllar sonra yeniden ciddiyet kazandı.Şimdi Türkiye’yi mekan tutmuş uluslararası uyuşturucu baronları, baskınlar sonucu yakalanıyor, ya yargılanıyor ya da sınır dışı ediliyor. Bu çetelerin, yargı, polis ve gümrükteki iç bağlantılarının da yavaş yavaş üzerine gidiliyor. Uyuşturucu kaçakçılığından nemalanan politikacılara ve ailelerine ise şimdilik dokunulamıyor.
Sayın Yerlikaya’nın mücadelesi çok iyi bir başlangıç ama yetersiz. Zira ülkede kara paranın yaygınlaşması, kontrolsüz silahlanma hâlâ çok ciddi bir sorun. 30 milyon ruhsatsız silahın ortalıkta dolandığı tahmin ediliyor. Bu, kısmen terör kaynaklı, kısmen de hukuk sisteminin çalışmaması yüzünden. Adalete güveni kalmayan toplum, kendi adaletini silah gücüyle uygulamaya çalışıyor.
Sınırlarımızdan kolaylıkla içeri sokulabildiği anlaşılan her türlü silahın bir kısmı değişik terör örgütleri tarafından kullanılırken, önemli bir bölümü de çetelerin elinde bulunuyor. Buna, doğal olarak uyuşturucu çeteleri de dahil. Ayrıca bu silahların, ülkemizde artık çoluk çocuğun, itin kopuğun da kolaylıkla satın alabileceği bir piyasası var. Türkiye’de ateşli silahlar kolaylıkla edinilebiliyor. O nedenle, bireysel husumetler, aile kavgaları, trafikte ortaya çıkan ağız dalaşları, anında silahlı çatışmaya dönüşebiliyor. İstanbul’un Esenyurt gibi bazı ilçeleri artık güvenilir bölgeler değil. Gündüz bile dolaşmak cesaret istiyor. Kim vurduya gitme olasılığı çok yüksek. İçişleri Bakanlığı, doğal olarak bunlarla da mücadele ediyor.
Ancak, özellikle Avrupa ülkelerinden de bildiğimiz gibi işsizlik, yoksulluk, düşük eğitim, gençlerin hayattan bir beklentisinin kalmaması da uyuşturucu salgınının iyice yayılmasına neden oluyor.
Yani sorun, aynı zamanda ekonomik, bir miktar da sosyal. Faizlerle kafasına göre oynayarak gelir dağılımının bozulmasına neden olan yöneticilerin bu sorunda vebali büyük.
Dünyada uyuşturucu problemi olmayan ülke yok aslında. Kiminde az, kiminde çok. Sorun Myanmar’da da var İsviçre’de de. Ancak, olayın büyümeden kontrol altına alınması önemli. Aksi takdirde sonradan düzeltilmesi oldukça zor oluyor. Hele bir de narko-devlet eğilimi göstermeye başlarsanız işiniz çok zor.
Kolombiya, Ekvador, Meksika gibi ülkelerin bu konuda çok acı deneyimleri var. Meksika’da orduları olan, devlet güçleriyle çatışan, kentleri işgal eden narkotik baronlarını duymuş, dizilere konu olan hikayelerini izlemişsinizdir herhalde.
Ümit edelim ki, Türkiye’de olay bu boyuta henüz ulaşmamış olsun, Türk devleti, politik yapının, bürokrasinin, hukuk sisteminin ve kolluk kuvvetlerinin içine sızdığından şüphe edilen bu çetelerden bir an evvel kurtulabilsin.
Ancak, bu başarılsa bile ortaya çıkan uyuşturucu salgınını kontrol altına alıp, bu toplumsal rahatsızlığı yönetilebilir hale getirmek özel bir çaba gerektirecektir. Sonuçta uyuşturucu salgınları, genç ölümlerine yol açmakta, ülkenin insan kaynaklarının heba olmasına neden olmakta, ekonomik gelişimi engellemektedir.
Maalesef, ülkemizde uyuşturucu batağına saplanmış kişilere yardım konusunda ciddi yetersizlikler göze çarpmaktadır. Uyuşturucu bağımlılığı olanların saptanması, tedavi olmaya teşvik edilmesi, kendilerine gerekli maddi ve manevi desteğin sağlanması acil bir sağlık sorunu haline gelmiştir.
Peki bu konuda neler yapılabilir?
Ülkemizde devletin uyuşturucu alışkanlığı ile mücadele için kurmuş olduğu AMATEM (Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezleri var. Bu merkezlerin, bağımlılığı olanlara dört hafta yatarak, daha sonra da üç ay grup terapisi şeklinde tedavi uygulamaları, bunu takiben de bir yıl süre ile poliklinik hizmeti vermeleri beklenmekte. Ancak, bu merkezler donanım, eleman ve mevzuat açısından son derece yetersiz kalmakta. Bu bağlamda belki şehir hastaneleri yapıldıktan sonra kapatılan bazı hastaneler AMATEM olarak hizmet verebilir. Bu sayede bina sorunu çözülebilir. Ancak, bina ile birlikte personel ve donanım problemlerinin de çözülmesi gerektiğini unutmamak lazım. Tedavisine başlanan hastanın yatarak gördüğü tedaviden sonra takibi de çok önem arz ediyor.
Türkiye’de hastanın kendi arzusuyla AMATEM’lere tedaviye gelmesi beklenmekte. Bağımlıyı ikna etmek ise çevresindekilere düşmekte. Bu belki anlaşılabilir bir durum. Ama sosyal güvenlik kapsamında olmayan kişilerden, tedavi masraflarını kendilerinin karşılamasının istenmesi kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Mutlaka, her isteyen bağımlıya devlet tedavi olanağı sağlamalı.
Önümüzdeki yıllarda, vücudun hasar görmesi sonucu ortaya çıkan yavaş ölümlerin yanı sıra uyuşturucudan ani ölümlerin de hızla artması beklenmeli. Bunun nedeni, kullanıcıların piyasaya çıkan çok kuvvetli sentetik uyuşturucuların miktar ayarlamasında kolaylıkla hataya düşebilmeleri, yani fark etmeden yüksek doz almaları.
Bir birim eroinle karşılaştırıldığında sentetik uyuşturuculardan fentanyl veya metonitazenenin 1/50’sinin, protonitazenenin 1/100’ünün, isotonitazenenin 1/250’sinin ve etonitazenenin 1/500’ünün aynı etkiyi yaptığı saptanmış. Bahsettiğim son dört sentetik uyuşturucu, adından da anlaşıldığı gibi nitazene grubuna dahilmiş ve çok düşük dozlarla alınması gerektiğinden farkında olunmadan öldürücü doz almak çok mümkünmüş. Ek olarak, tüm sentetik uyuşturucular imalathanelerde aynı ortamda üretildiğinden, daha güçlü uyuşturucularla kontaminasyona da uğrayabiliyor ve kullanıcıların, farkında olmadan yüksek doz uyuşturucu almalarına neden olabiliyormuş.
Halen bu sentetik uyuşturucuların hepsinin Türkiye’de olmadığı düşünülüyor. Ancak, bu konularda araştırma merkezleri, analiz yapan laboratuvarlar çok yetersiz. Eğer bu uyuşturucular halen gerçekten yoksa bile, fiyatlarda ortaya çıkacak düşme, gramaj küçüldükçe kaçakçılığının ve dağıtımının kolaylaşması, moda haline gelmeleri gibi nedenlerle, sonunda hepsi ülkemize gelecek ve ciddi boyutta ani ölümlere neden olacak. Bu da sağlık boyutunda yeni bir yapılanma gerektiriyor, zira kriz geçiren kişilerin AMATEM gibi merkezlere veya normal bir hastanenin aciline ulaştırılması sürecinde geçecek zaman nedeniyle kriz geçiren birini kurtarmak için çok geç kalınabiliyormuş.
Sağlık Bakanlığı’nın, İçişleri Bakanlığı ile koordinasyon içinde, özellikle Avrupa ülkelerinin deneyimlerinden de yararlanarak şimdiden bazı tedbirler alması elzem. Örneğin, bir kriz anında uyuşturucu bağımlısına ilk ulaşacak olan cankurtaran görevlilerine, İngiltere’de olduğu gibi polislere, gerektiğinde enjekte edebilmeleri için sentetik uyuşturucuların antidodu olan naxalone ampulleri (şimdi burun spreyi olarak da piyasaya sunulmuş) dağıtılabilir.
Uyuşturucu alışkanlığı olanlar, uyuşturucu satın alabilmek için doğal olarak paraya ihtiyaç duyduğundan kolaylıkla kriminal aktivitelere yöneltilebilmekte. Bu kişiler, yol keserek soygun, dükkan soygunları, evlere girmek veya fuhuşa yönelmek, hatta cinayet işlemek gibi daha vahim eylemlere bulaşabiliyor.
İğne paylaşmanın ve tedbir alınmaksızın yapılan seksin, başta AIDS olmak üzere, pek çok zührevi hastalığa da neden olduğu bilinmekte. Devletin bu riskleri ortadan kaldırmak için, bağımlılara belli noktalarda kontamine olmamış uyuşturucu ve temiz enjektör dağıtması, kendilerine uyuşturucu zerk etmeleri için kapalı mekanlar sağlaması, kullanılan enjektörlerin bu mekan terk edilmeden toplanılmasını organize etmesi de acilen gündeme alınmalıdır.
Bu sayede, tedaviyi reddedenlerin kendilerine, daha da önemlisi çevrelerine zarar vermesi olasılığı en aza indirilebilir. Bu tür uygulamalar Avrupa’da çok yaygın. Ben de bizzat İsviçre ve Danimarka’nın bazı kentlerinde gözlemledim. Tabii tüm bunlar için açık fikirli yöneticilerin olması, yöneticilerin soruna yeni bir bakış açısıyla bakabilmesi ve dogmatik takıntılardan kurtulması gerekiyor.
Özetlemek gerekirse, uyuşturucu ile mücadele çok boyutlu bir savaş gerektiriyor. Polisiye tedbirler şart ama yeterli değil. İşin küçük yaştan itibaren eğitim, doğru mevzuat, yolsuzluklarla mücadele, temiz devlet, sağlık, bilime saygı, açık fikirlilik gibi pek çok boyutu var. Umalım biran evvel devletin başındakiler bu konuya eğilsinler ve çığ gibi büyüyen bu soruna bir çözüm aramaya başlasınlar.
Uluslararası uyuşturucu ticareti, uzun yıllardır Türkiye ile arasında mafyatik ilişkiler olan KKTC’ye de sıçramış durumda. Kendi otelleri, Orta Doğu’ya uyuşturucu dağıtımı yapıldığı iddia edilen marinaları olan kumar ve uyuşturucu mafyası liderleri, çeteler arasındaki rekabet sonucunda öldürüldüğünde cenazelerine üst düzey politikacılar, medya çalışanları, iş insanları da gidiyor. Ölüm yıl dönümlerinde şatafatlı törenler düzenleniyor, hatta belediyelerden reklam panoları kiralanabiliyor.
KKTC’nin Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’deki konumu, zayıf devlet yapısıyla birleşince ülke bir narko-devlet haline gelmek üzere. Türkiye’deki bazı güç odakları da bu duruma ya göz yumuyor ya da bu aktivitelerden nemalanıyor.
Ülkeye öğrenci görüntüsünde giren pek çok kişi de sanal kumarla birlikte uyuşturucu işinden para kazanıyor. Bu kişileri, altlarındaki Porsche, Lombargini, Jaguar, Mercedes gibi arabalardan sokakta ayırt etmek son derece kolay. Anlaşılan devlet gücünden de çekindikleri yok.
Türkiye’de olduğu gibi Kuzey Kıbrıs’ta da sokaklara taşan uyuşturucu felaketine karşı devlet hazırlıklı değil. Uyuşturucudan ölenler, uyuşturucu nedeniyle meydana gelen trafik kazaları gırla gidiyor. Anlaşılan artık her konuda Ankara’nın ağızına bakan KKTC politikacıları bu problemle mücadele etmek için de Türkiye’den talimat bekliyor. Kendi başlarına bir şey yapacakları yok.
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.
Fotoğraf: Netflix’te yayınlanan “Narcos” dizisinden.