Pegasus Havayolları’nda çalıştığım dönemdi. 1995 yazında Bakü’ye (Azerbaycan Türkçesinde Bakı) gitmem gündeme geldi.
Olay şöyle gelişti: O dönem özel havayollarının tarifeli seferler yapması THY’nin baskıları nedeniyle engelleniyordu. Nedense THY o zamanlar özel havayolu şirketlerinden çok çekinirdi. Özel şirketler de işi kılıfına uydurmuş, Türkiye’nin bazı kentlerinden Avrupa’ya “tarifeli charter” adı altında seferler düzenliyorlardı. Yazın güney sahillerine yönelik turizm hareketliliği ve yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarının ülkelerine yaptıkları seyahatler nedeniyle yoğun bir uçuş programı uygulayan Pegasus’un da durumu aynıydı. Temmuz, ağustos ve eylül ayının ilk on beş günü çok kârlı geçerken, geri kalan dokuz buçuk ay zarar edilirdi. Yönetimin becerisi on iki aylık bir dönemde kâr edebilmekti.
Biz de Pegasus olarak, kışın zararı azaltabilmek ve yıllık kârlılığı arttırabilmek için, türlü çeşitli uygulamalar yapardık. Genel müdürümüz Larry Lowth ve diğer genel müdür yardımcımız Eugene O’Reilly ile yaptığımız bir toplantıda Azerbaycan Hava Yolları (AzAl) ile iş birliği yapılması bir fikir olarak ortaya atıldı.
AzAl düzenli olarak Bakü-İstanbul arasında sefer yapıyordu. Ancak, filo kısıtı nedeniyle Avrupa’ya uçmakta zorlanıyordu. Kendilerine, İstanbul’a getirdikleri yolcuyu kış aylarında düzenli seferler yapmakta olduğumuz, Berlin, Frankfurt, Düsseldorf, Köln, Münih, Hamburg gibi bazı Alman kentlerine uçurmayı önerecektik. Havacılıkta “interline” dediğimiz bu yöntemle biz doluluklarımızı arttıracak, onlar da Bakü’den Almanya’ya etkin bir bağlantıya sahip olacaklardı.
O zamanlar internet Türkiye’de daha emekleme devrindeydi. Azerbaycan’da da yoktu. Hatta Azerbaycan’a telefon, faks ve teleks ile de ulaşmak son derece zordu. Türkiye’de araç telefonları olmakla birlikte, cep telefonları daha 1994’te piyasaya çıkmış ve yaygınlaşmamıştı.
Biz yine de yılmadık ve bir şekilde AzAl’ın o zamanki genel müdürü Adalet Aliyev’den bir randevu aldık. Seyahat organizasyonunu da Trek Tur vasıtasıyla yaptık. THY’nin o zamanlar Bakü’ye haftada iki seferi vardı; pazartesi gece ve perşembe gece. Dönüşleri de salı ve cuma sabaha karşı oluyordu. Bana Trek Tur vasıtasıyla THY’den bir bilet alındı. Ayrıca o zamanki adıyla Azerbaycan Oteli’nde, kalacağım süre için rezervasyon yapıldı. Bu seyahat için 1800 dolar ödeme yapıldığını hatırlıyorum. Yanıma da, neme lazım diye yüzlükler haline 1000 dolar almıştım.
Şimdi hatırlayamadığım birisi de, Bakü’de bir sorunum olursa THY’nin Bakü istasyon müdürü Alev Bey’e gitmemi sıkı sıkı tembihlemişti. Söylediklerine göre Alev Bey’in ofisinde, Türkiye PTT’sinin çektiği, Türkiye ile direkt bağlantılı bir telefon hattı da vardı ve gerektiğinde kullanabilirdim.
Bir pazartesi gecesi uçağıyla Bakü’ye uçtum. Bakü’ye vardığımda derme çatma bir terminal binasıyla karşılaştım. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu bağımsızlığını elde eden Azerbaycan o zamanlar çok fakirdi ve altyapısı da Sovyet anlayışıyla yapılmıştı.
Terminalin odalardan oluşan bazı bölümlerinde pasaport ve gümrük kontrolleri yapıldı. Sempatik Azerbaycan Türkçesi ile de bu vesileyle ilk kez tanışmış oldum.
El çantamla terminalin dışına çıktığımda, birkaç özel araba dışında ortada pek bir şey yoktu. Bu özel arabalar taksi hizmeti veriyorlardı. Birisinin sürücüsüyle anlaştım. Beni Bakü’ye otelime götürecekti. İstediği rakam da gülünç denecek kadar düşüktü. Yanımdaki 100 dolarlar bu ödeme için çok büyük banknotlardı. Kente gitmem gerektiğinden, biraz da çekinerek bindim. Yolda sohbet etmeye başladık. Türkiye’den birinin gelmiş olması, Anadolu Türkçesi ile konuşması çok ilgi çekiyordu.
Azadlık Meydanı’ndaki Azerbaycan Oteli’ne vardık. Adama 100 dolar vermek ve üstünü istemek anlamsız olacaktı. Üstelik kendimi tehlikeye atabileceğimi de düşündüm. Sürücüye beklemesini, içeride para bozdurup geleceğimi söyledim.
Ancak, sabahın o erken saatinde otelde para bozduracak bir yer yoktu. Çaresiz geri döndüm ve sürücüye durumu anlattım. Adam gülümseyerek, “Zarar yok, dönüş günü yine seni ben alayım o zaman ödersin. Zaten misafirimizsin” demişti. Çaresizce, utana sıkıla kabul etmiştim. Ben adamdan çekinirken o bana güvenmiş ve parası konusunda ısrar etmemişti.
Otelde resepsiyona gidip, pasaportumu, rezervasyon ‘voucher’imi verdim. Rus asıllı şişmanca bir kadın hepsini dikkatle inceledi, bana üç nüsha bir form doldurttu. Sonra üçüncü kata çıkmamı, odamın o katta olduğunu söyledi. Ama anahtar vermemişti. Sorduğumda, kat görevlisinin anahtarı vereceğini söyledi. Zaten oda da öğlene doğru hazır olacaktı.
Bavulu emanete bıraktım ve THY ofisine gidip bir an evvel para bozdurmaya karar verdim. Bana acilen Azerbaycan parası manat gerekiyordu. Resepsiyondan yolu öğrenip, yürüyerek THY ofisine gittim. Çalışanlardan birine Alev Bey’e geldiğimi söyledim. Beni hiç tanımayan, geleceğimi bile bilmeyen Alev Bey beni ofisinde ağırladı. Bir isteğim olup olmadığını sordu. Ben de bir 100 dolar bozdurmak istediğimi söyledim. Alev Bey gülümsedi ve o kadar parayı üç günde harcayamazsın diyerek 20 dolar karşılığı manat ve 80 dolar da ufak kupür uzattı. Kendisine teşekkür ederek THY satış bürosundan ayrıldım ve otele geri döndüm.
Odamın hazır olduğu söylendi. Üçüncü kata çıktığımda bir ofis masası arkasında oturan bir kadınla karşılaştım. Kat sorumlusu oymuş. Kimliğimi kontrol ettikten sonra arkasında duvara asılı olan camlı dolaptan bana anahtarımı verdi.
Odama gidip kapıyı açtım. Ben odaya girer girmez yataktaki bir martıyla karşılaştım. Yastığa kurulmuş oturuyordu. Beni görünce kırık camdan dışarıya uçup gitti. Doğal olarak çok şaşırmıştım. Camı kırık, yastığında bir kuşun tünemiş olduğu odam, nasıl olur da sabah hazır değildi de şimdi hazır edilmiş olarak anahtarı bana veriliyordu, anlamaya çalıştım ama bir sonuca da varamadım.
Sonuçta cam tamir edildi. Odamda tek bir çıplak 60 watt’lık ampul vardı. Geceyi onunla yetinerek geçirecektim. Çarşaf vs değişti ve kuşsuz bir yatağa kavuştum. Eşyalarımı odama koydum, anahtarı kat görevlisine bırakarak tekrar dışarı çıktım. Şehrin tarihi merkezinde biraz dolandım. Kentin o zaman bile Sovyet döneminden kalma bir metrosunun olması dikkatimi çekmişti. Belli bir nüfusa ulaşan kentlerde Sovyetler Birliği döneminde mutlaka metro yapılırmış.
Akşam yemeğini otelde yedim zira dışarıda nereye gideceğimi bilmiyordum. Ortalıkta o zaman güven telkin edecek bir seçenek de görülmüyordu. Otelin yemeği son derece tek düze ve tabldottu. Yemek tuzsuzdu. Tuz isteyince ülkede tuz ve şeker sıkıntısı olduğunu öğrendim. Otelin yemeğinde tuz yoktu ama havyar vardı.
Yemekten sonra lobide biraz dolandım. O sırada ayrı bir bölüm dikkatimi çekti. Camekanla ayrılmış, akvaryum hissi veriyordu. O bölümde Batı’dan ithal içkiler satıldığını öğrendim. İçeri girdim ve nedense menüden bir teneke Efes Pilsen birası seçtim. Fiyatı bir dolar idi.
Biramı içerken masama bir Azerbaycan Türkü geldi ve oturmak istedi. Buyur ettim. Yavaş yavaş Azerbaycan Türkçesine kulağım alışıyordu. Adamla sohbete başladık. O da benim İstanbul Türkçemi dinlemekten büyük bir mutluluk duyuyordu. Zaten Azerbaycan’da büyük bir Türkiye hayranlığı da seziliyordu.
İstanbul’dan alışkanlık, her an başıma bir şey geleceğinden korkuyordum. Bu adamdan da çekinmiştim. Gerçekten bana içtenlik mi gösteriyordu yoksa başıma bir bela mı gelecekti? Adam bana boş bir günümde arabayla Gence’ye gitmeyi teklif etti. Oralıymış ve iş için Bakü’ye gelmiş. Risk almamak için reddettim. Ertesi akşam dışarıda yemeğe gitmek konusunda ısrarcı olduğunda ise kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü, bir yandan da kaba görünmekten çekiniyordum.
Saat 22.00 civarı adamdan müsaade isteyip odama çıktım ve yattım. Bir evvelki gece havalimanları ve uçakta geçtiğinden epey yorgundum. Ancak, başımı yastığa koyar koymaz telefon çaldı. Kadının biri arıyordu. Yorgun olduğumu düşünmüş, gelip masaj yapmayı ve dinlendirmeyi öneriyordu. Teşekkür edip yeniden yattım. Birazdan yeniden telefon çaldı. Bu sefer başka bir kadın beni çok mutlu edeceğini anlatmaya başladı. Yine istemediğimi söyleyip kapattım. Ancak, bu işin bütün gece bu şekilde süreceğini anlamıştım. Kat görevlisi de bu işin organizatörüydü.
Telefonu açık bırakmaya karar verdim. Ancak, telefonun “dıt dıt dıt” sesi ortalığı inletmeye başladı. Sonunda telefonun üstüne iki yastık ve bir yorgan örterek sesini duyulmaz hale getirip uyudum.
Ertesi sabah, şekerin olmadığı ama yine havyarın bulunduğu kahvaltımı yapıp AzAl’a gitmek üzere yola çıktım. Adalet Bey beni gayet candan bir şekilde karşıladı. Yanında iki de yardımcısı vardı. “Hoş geldin-beş gittin” den sonra konuya girdim. Türkçe devam eden sohbet, o anda işin içine giren Rusça ile karıştı. Benle Türkçe konuşuyorlar, sonra aralarında Rusça tartışıyorlardı. Azerbaycan Türklerinin konu iş olunca Rusça konuşmayı tercih ettikleri ortaya çıktı. Amaçları benim anlamamı engellemek değildi. Sonuçta, Bakanlığa sormaları gerektiği sonucu ortaya çıktı. Beni yine çok candan bir şekilde uğurladılar ama tahmin edeceğiniz gibi, işin arkası gelmedi.
O gün İzmir’e çok benzeyen Bakü’de dolaştım. Hazar Denizi kıyısındaki uzun kordonu boydan boya yürüdüm, güneydeki tepeye tırmanıp, Şehitler Hiyabanı adı verilen mezarlığı ziyaret ettim. Burada, Sovyetler’in son döneminde 1990’da, Gorbaçov’un talimatıyla, ayaklanan Azerbaycan halkının (Kara Ocak veya Kara Cumartesi adı ile anılıyor) çok kanlı bir şekilde bastırılan isyanında şehit düşenlerin, 1918’de Bakü Muharebesi’nde şehit düşen Türkiye ve Azerbaycan askerlerinin mezarları var. Daha sonra da Karabağ’ın Ermenistan tarafından işgalinde şehit olanlar buraya gömülmüş.
Akşamüstü otelde tanıştığım kişiyle yemeğe gittik. Yemek yediğimiz yer sahilde duran beyaz hurda bir geminin yemek salonuydu. Tavsiye üzerine yediğim, havyarın da elde edildiği, kızıl balıktı. Bembeyaz eti buğulama olarak çok leziz bir şekilde hazırlanmıştı. Bu yeni dostumu tanıdıkça, benden hiçbir beklentisi olmadığını anladım ve kendimden çok utandım. Bu temiz kalpli adam, içten bir Türkiye sevgisiyle benimle arkadaşlık ediyor, Türkiye ile ilgili anlattıklarımı büyük bir ilgiyle dinliyordu. Yemek parasını da ısrarla o ödedi. Ertesi gün Gence’ye döneceği için vedalaştık.
Perşembe günü kentte dolanmaya devam ettim. Azerbaycan’da kültüre, güzel sanatlara ne kadar önem verildiğini fark ettim. Kentte dolaşırken Azerbaycan Dövlet Akademik Opera ve Balet Teatrı’nın önünden geçtim. Kız Kalesi, Gülşen, Nergis, Hüsrev ve Şirin gibi bale ve operaların afişleri vardı. Daha sonra Azerbaycan Dövlet Mahni ve Reqs Assembli dikkatimi çekti. Cuma sabahı uçağım olmasına rağmen perşembe akşamı için bir bilet aldım. Gece tınılarıyla bizim kulağımıza çok hoş gelen bir konseri bu sayede izledim.
Cuma sabahı beni havalimanına götürecek olan adam tam sözleştiğimiz saatte geldi. Adama hemen borcumu ödedim. Vaktinde kalkan THY uçağıyla İstanbul’a geri döndüm. Efes bira, konser, havalimanı ulaşımı dahil sekiz dolar harcamıştım.
Şimdilerde Azerbaycan petrol geliri sayesinde çok daha farklı bir konumda. Bakü zenginlikten en fazla pay alan kent. Sanırım kaldığım otel de yıkıldı. Şimdi yerinde Bakü Hilton var. Ancak, maalesef yönetim sistemi ve tarzı bizim ülkemize çok benziyor.
İlgili yazı: https://medyagunlugu.com/azerbaycan-diliyle-aramizdaki-sevimli-farklar/