Yunanistan ile yapılan mübadele anlaşması neticesinde; Anadolu’da yaşayan 1 milyon 200 bin Rum ile Yunanistan’da yaşayan 400 bin Müslüman yerlerinden edildi. Ayrıca ülkemizde 1950 yılına kadar, Varlık Vergisi ve benzeri uygulamalar sonucu bu dönemde 200 bin Rum daha İstanbul’dan ayrıldı.
Kısa süre önce Türkiye tarihinde sadece oluş itibarı ile değil yarattığı sonuçlar açısından da çok üzücü olan bir olayın yıl dönümüydü. “6-7 Eylül Olayları” ya da “İstanbul Pogromu” adıyla, siyasal ve toplumsal belleğimizde derin bir iz bıraktı bu hadise. Selanik’te Atatürk evine bomba atıldığı yolundaki asparagas bir haber üzerine başlamış, 2 gün sürdükten sonra o zamanki tabirle ‘’örfi idare’’ ilanıyla yatışmıştı.
Sanılanın tersine, 6-7 Eylül olaylarının ardından ülkeyi terk eden gayrimüslimlerin, özellikle de Rumların sayısı çok değildi. 1955 nüfus sayımına göre hâlâ 79 bin Rum yaşıyorken, 1964 sürgün yasası ile 13 bin Rum daha gitti. Sonraları ülkeyi terk edenlerin ardından, bugün yaklaşık 500 civarında Rum aile kalmış görünüyor.
1968’de İstanbul’da doğmuş ve Harbiye semtinde büyümüş birisi olarak, İstanbul’un soluklaşmaya başlayan rengine doğmuşum diyebilirim. Harbiye ilkokulunda okurken, evimiz okulun tam karşısında yer alıyordu. Evimizin iki bina solunda bir Ermeni okulu, sağ iki yanında bir kilise ve onun tam karşısında ise Vatikan Konsolosluğu vardı. Giriş kattaki evimizin arka terası, Notre Dame de Sion lisesine bakmaktaydı.
O dönemde mahalleden iki sıkı arkadaşım vardı, Serkis ve Kevork. İlkokulun ardından Anadolu yakasına taşındıktan sonra hiç irtibatımız olamadı maalesef. Çocukken sokaklar geniş geliyordu, aynı yerleri yetişkinliğimde ziyaret ettiğimde darlığı şaşırtmıştı beni. Mahallemizin o geniş dört sokağının kesiştiği köşelerden birinde babaları Ohannes amcanın ayakkabı tamircisi vardı.
Onun dükkanının tam karşısında ise mahallede Arap Bakkal diye tanınan bakkalımız bulunuyordu. Sonradan öğrendiğim ki, Süryani olduğu için kendisine “Arap bakkal” diyorlardı. Bunların yanı sıra hastalandığımızda iğne yapmaya gelen iğneci teyze Nvart, komşularımızdan Todori, Madam Eti, Sarıyer Spor’un kaptanı Garo ve daha birçokları çocukluk hafızamda hâlâ aynı şekilde yaşıyor.
Oraları bilmeyenler için ilave edeyim, mahallenin 2-3 sokak aşağısı da Dolapdere’dir ki, Romanların yoğun olduğu mahallelerden biridir.
Doğal olarak, hayatın akışını çocukken planlayamıyorsunuz, çeşitli sebepler ve şartlar sizi bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Kimi zaman bütün bunlar sizin kontrolünüzde gelişebilirken, kimi zaman da rüzgârda savrulan yaprak misali, sizi nerelere götüreceğini tahmin bile edemiyorsunuz.
Hayat yolculuğu bavulunda bir şeyler taşıyorsanız, bunlar gittiğiniz yerlere daha sıkı tutunmanıza yardımcı olabiliyor. Ben de yirmili yaşlarımda yurt dışına çıktım ve 25 seneye yakın oralarda yaşadım. Bu süreçte bavulumdaki standart gündeliklere ek olarak, Harbiye’de büyürken değişik kültürlerden edindiğim çeşitlilik ve çok kültürlülük vardı. Tornavidadan kesiciye, şarap açacağından, testereye içinde türlü aletler olan bir nevi “İsviçre çakısı” gibi.
Bu yüzden, yurt dışında ilk yıllarımda karşılaştığım hiçbir şey bana çok yabancı ya da çok uyumsuz gelmemişti. Aksine birçoğunda çocukluk anılarımı bulabilmiştim. Dini günlerin kutlanması, yiyecek içecek alışkanlıkları, selamlaşma, tanışma ritüelleri ve benzeri şeylere çok kolay uyum sağlayabiliyordum.
Bir kısmını ilk defa görüyordum ama farklı olana saygı duyma, garipsememe ve adapte olma yetisini farkında olmadan edinmiş gibiydim. Bundan da önemlisi onların benden farklı olduğunu bildiğim gibi, benim de onlara farklı geldiğimin bilincindeydim ve kabullenilmek için kendim gibi olmanın dışında bir ihtiyacımın da olmadığını düşünüyordum.
Bir süredir Antalya’da yaşıyorum. Burada yaşayanların, özellikle de çocukların çok şanslı olduklarını düşünüyorum. Turizm endüstrisinin yarattığı farklı kültürlerin geçici buluşmasının yanı sıra, yerleşik binlerce Rus, İranlı, İskandinav, Alman ve tam toplumun içinde olamasalar da Suriyeliler ile şehirlerini paylaşıyorlar.
Bugün birçok okulda ebeveynlerinden en az birinin yabancı olduğu çok sayıda öğrenci okuyor. Yeni nesil, internetin hayata girmesiyle dünyayı ve farklı kültürleri bizlerin çocukken yapabildiğinden daha erken yaşta ve daha yoğun olarak öğreniyor ve bilgi sahibi oluyorlar.
Türkiye’de “Can Dostum” ismi ile yayınlanan ‘’Good Will Hunting’’ filminde öğretmen rolündeki Robin Williams, her şey hakkında ansiklopedik bilgisi olan üstün zekalı ama biraz kendini beğenmiş bir öğrencisiyle olan sahnesindeki tiradında şöyle diyordu:
“Sana sanat nedir diye sorsam, tüm sanat kitaplarından alıntılar yapabilirsin. Michelangelo’nun tüm eserlerini, tarzını ve politik düşünceleri kısaca her şeyi bilebilirsin. Ama hiç Sistina Chapel’de bulunmadın ve o fresklerin kokusunu hiç koklamadın. Kadınları sorsam, çok şey anlatabilirsin ama sevdiğin bir kadının yanında tamamen mutlu olarak uyanmak nedir bilmiyorsun. Sana savaş desem kurgu ya da gerçek çok bilgi verebilirsin ama hiçbir savaşta bulunmadın ve en yakın arkadaşını savaşta kucağında kaybetmedin.”
Bilmek sizi bir yerden bir yere götürür ama tecrübe etmek, farklılıklara dokunmak onu hayatın içine katıp içselleştirmek daha uzaklara ve üstelik daha konforlu götürür. Antalya’da büyüyen çok kültürlü çocukların da bu yolculuklarında yanlarında bir İsviçre çakısı olabilir, yeter ki bunu onlara fark ettirelim.
Fotoğraf: 1964 Rum tehciri.