Çoğumuz herhangi bir konuda tartışırken ya da fikir yürütürken kimi zaman haklı çıkmak için mantık sınırını aşarız.
“İnsan akılcı düşünen bir hayvan değildir, düşüncelerini akıl kılıfına uyduran bir hayvandır” demişler. Biz de tartışırken, konuşurken bazen aceleci ve ön yargılı davranarak haklı çıkmaya çalışırız.
Kendi fikrimizi kabul ettirmek için karşımızdakini anlamadan, dinlemeden konuşmak kaçınılmaz olarak bizi iletişim dilinde kazaya sürükler. Bu da bizi “ad hominem” dediğimiz durumla karşı karşıya bırakır. Türkçeye “karalama safsatası” olarak çevirebileceğimiz bu Latince deyim, tartışılan konunun özünden bilinçli olarak uzaklaşma, örneğin karşımızdaki insanın kişisel özelliklerine saldırma anlamında kullanılır. Bir anlamda “bel altı” vurma yani.
Normalde, tartıştığımız kişinin bireysel özelliklerini tartışma konusu dışında tutmamız gerekir ama bunu her zaman başaramıyoruz. Fikrimizi savunamadığımızda, tartıştığımız kişinin görüşlerini çürütemediğimizde konuyu kişiselleştirerek onu incitmeye, böylece haklı çıkmaya çalışabiliyoruz. Böyle yapınca da artık tartışmanın, konuşmanın rengi değişmiş, tartışılan konunun yerine gölge bir sorun yaratılarak mesele kişinin şahsına dönmüş oluyor.
Gündelik hayatta birçok insan asıl konuyu bırakarak dikkati başka yöne çekmeye, dağıtmaya, böylece haklı çıkmaya çalışır.
Nasıl mı?
Öncelikle karşıdaki kişinin zayıf noktaları hedef alıp oralara saldırılır. Zayıf nokta bazen kişinin fiziksel veya ruhsal yapısı, yaşı, cinsiyeti, ırkı, dili, dini ya da toplumsal statüsü olabilir. Meseleyi tartışılan konudan uzaklaştırarak tartışılan kişinin bireysel özelliklerine kaydırmak su kuyusuna zehir atmaya benzer. Bu, tartışmayı zehirleyerek karşımızdaki kişiyi itibarsızlaştırma, küçük düşürme, ön yargı oluşturma, kısaca suyu bulandırma mantığıdır.
Günlük hayatta tartışmalar sırasında aşağıdaki gibi ya da konunun bambaşka yerlere kaydığına sık sık tanık oluruz:
-Uzayda başka insanların var olduğuna inanmıyorsan salaksın.
-Ben o doktoru okuldan tanırım. O zaman iki lafı bir araya getiremezdi.
-Kilo mu aldın sen?
-Zaten İskandinavya’da yaşayanların hepsi ateist.
-Bu saçın sakalın ne?
Bu örneklerin tümünde tartışılan konu terk edilmiş, kişisel saldırı yolu seçilmiştir. Bu aslında laf ebeliği yapmak, konuyu saptırmak, karşımızdaki kişiye belden aşağı vurmaktır. Yukarıdaki örneklerde kişinin şişmanlaması ya da saçının sakalının uzun olmasının tartışılan konuyla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Aşağıdaki fıkra sanıyorum anlatmak istediğimi tam olarak anlatacaktır:
Caminin birinde çok kıymetli, antika halılar varmış. Bunu öğrenen bir hırsız sabah namazından sonra kimsenin bulunmadığı sırada camiye girmiş ve iki halıyı rulo yapıp omuzlamış.
Tam camiden çıkarken cemaatten birisiyle burun buruna gelmiş. Halıların çalınmakta olduğunu anlayan kişi hırsıza, “Utanmıyor musun caminin halılarını çalmaya… Yazıklar olsun sana…Tuu!..” diyerek hırsızın yüzüne tükürür gibi yapmış.
Hırsız da: “Ayıp ayıp! Sen ne biçim Müslümansın! Camiye tükürülür mü? Şu omuzumdakileri bir yere bırakayım da camiye tükürmek nasıl olurmuş sana sorayım…” diyerek uzaklaşmış.
Mantıklı, kabul edilebilir, anlaşılabilir argümanlarla, akıl yürüterek, yargılamadan, düşünerek ve gerçeği konuşarak safsatalardan kurtulabiliriz. Zihnimizi olumlu yönde, mantıklı bir şekilde kullanmalıyız.
İyi ki insanlar aklımızı, benliğimizi, içimizde yaşadığımız sevinçleri, üzüntüleri görmüyor, yoksa bunları da safsata konusu yapıp alay bile ederlerdi!