Türkiye -AB ilişkilerinin tarihsel sürecine baktığımızda temel olarak politika, kimlik, ekonomi, güvenlik, enerji ve göç bağlamında ele alındığını söyleyebiliriz.
1963 yılında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmasıyla başlayan süreç, 1987 yılında tam üyelik başvurusuna ve 1999 yılında nihayet Helsinki Zirvesi’nde AB’ye tam üyelik sürecine dönüşmüştür. Türkiye her ne kadar birçok müzakere maddesinde gayret gösterse de üyelik süreci ve ilişkilerimiz özellikle Kıbrıs konusunun gündeme gelmesi, Akdeniz sorunu ve açıkça söylenmese de AB ile aramızdaki inanç ve kültür yapısı farklılıklarından dolayı bir şekilde sürekli tıkanmaya uğramıştır.
Öncelikle Türkiye’nin bir çıpa olarak görmek ve inanmak istediği tam AB üyelik sürecinin, devlet aklının yanlış ve kusurlu bir dizaynı olduğuna inanıyorum. En başından tam AB üyelik süreciyle başlama iradesi konmak istense bile bu konunun en geç 2010’lara doğru birçok açıdan özel imtiyazlar alacağımız özel bir ortaklık modeline dönüştürülmesi daha rasyonel olabilirdi. Bu sayede Türkiye Cumhuriyeti daha avantajlı olduğu dönemlerde yeni ve uzun dönemli imtiyazlarla elini güçlendirebilir ve daha kalıcı bir kazanım inşası başarılabilirdi. Türkiye’nin sadece tam üyelik sürecine odaklanması ve adeta bu beklentiyi “ya hep ya hiç“ noktasında ele alan yaklaşımı bize (kısa dönemli kazanımların dışında) hiçbir uzun vadeli avantaj sağlamadığı gibi devletin birçok biriminin de tam üyeliğin haricindeki senaryoları düşünmesine engel olmuş ve bu birimlerin stratejik kaslarını daha güçlü geliştirebilmesine vesile olacak eğitici imkânların kaybına yol açmıştır.
(Can Uludağ, tasam.org)
Makalenin tamamını okumak için tıklayın