Kapitalizm dünyadaki en verimli ve öğrenebilen, hatalarından ders çıkaran kendini sürekli yenileyen bir sistem. En büyük gücü insan hırsından ve bencilliğinden beslenmesi, en büyük zayıflığı ise acımasız ve altta kalanın canı çıksın tavrıdır.
Sosyalizm denemeleri dahil hiçbir sistem kapitalizm kadar büyük refah üretemedi ancak ürettiği refah kadar da acı üretmeyi başarıyor çünkü sonsuz bir tüketim ve üretim döngüsüne dayanıyor ve bunu sürdürmek için her zaman birileri biriktirsin diye birilerinin sefalet içinde yaşaması gerekiyor.
Bu acı zaman içinde şekil değiştiriyor. Önce yoksul ulusların insanları köle yapılıyor, sonra kendi insanları makine başında patates yiyerek sefalet içinde yaşamaya mahkum ediliyor. Bu insanların kendileri hakkındaki bireysel farkındalıkları arttıkça onlara susmaları için rüşvet veriyor. Aslında işsizlik ve sağlık sigortası, çalışma yasaları, yıllık izin ve emeklilik gibi her türlü “sus payı” kapitalizmin cebinden çıkıyor ama dediğim gibi kapitalizm akıllı ve öğrenen bir sistem, asla kendini yok edecek bir patikaya girmiyor, hemen geri çekiliyor.
Kapitalizm için daha az kazanmak en büyük kusurdur, bu bilinçlenen insanlara verdiği “sus paylarını” yerine koymak zorundadır. Önceleri bu kaynak köylü ve gelişmemiş toplumların doğal kaynakları idi, ucuz maliyetler kayıpları karşılıyordu ancak uluslar da bilinçlendi, onlara da “sus payı” vermek zorunda kaldı kapitalizm. Çünkü iki dünya savaşı çıkmıştı, üçüncüsü kendi azgın hırsının sonucu olan nükleer silahlar yüzünden kapitalizmin de sonunu getirebilirdi.
Şimdi bunu da yerine koymak gerekiyor. Artık bilinçlenen insanları da ölüm ücreti ile çalıştıramayacağına ve onlar da çok uzun yaşayıp daha az çocuk sahibi olduğu için “kapitalizmin” yeni bir kaynağa ihtiyacı var; ucuz iş gücü…
Ama bu ucuz iş gücünün önünde bir engel var: Ulusal sınırlar çünkü “milliyet” kavramı ve sınırlar iş gücü göçü önündeki en büyük engel. Bunun için “ulus kimliklerini” yok etmek gerekiyor ve hem ucuz iş gücünü yaşadıkları yerden koparmak hem de gittikleri yerdeki kabulü artırıp onları kullanmak için.
“Arap Baharı” ve sonrasında oluşan büyük göç hareketlerine böyle bakıyorum. Detaya girdiğinizde bütün bu göçün nedeni, sermaye sahibi ülkelerin aksiyonları, yapay zekânın konuşulduğu bir devirde bunların tesadüf olmadığına inanıyorum.
Ümmet kavramı da böyle bir ortamda ulusal sınırları eritmek ve yok etmek için en kullanışlı kavram.
Hâl böyle olunca, bence ılımlı milliyetçilik veya “vatanseverlik” olarak tanımlayabiliriz en büyük sol tavrı.
Peki, bu ülkenin milliyetçileri ne kadar vatansever? Gelişmeler karşısında konuşulması gereken budur.
Kürt milliyetçiliği bu kapsama girmez, tam tersine Suriye’de gelişmeleri tetiklemek için kapitalizm tarafından kullanılmış şovenist bir anlayıştır.
Ben Türk kimliği ve kültürünü korumanın içinde yaşadığımız dünyada sol bir tavır olduğuna inanıyorum.
“Biz” kavramı kapitalizm için en büyük tehdittir çünkü kapitalizmin devamı acımasız bir kâr hırsına bağlıdır. Vatanseverliği, şovenist milliyetçilik olarak tanımlayıp ülkeleri birbirine kırdırması da belki bu yüzdendir.
Devrim ölerek veya öldürerek yapılan bir şey değildir, tam tersine yaşamak gerekir, bir nevi kendinden vazgeçip kendini diğer insanlara adayabilmeyi başararak örnek olmaktır.
Belki de “biz”e giden bu yol ulus dayanışmasından geçip uluslararası dayanışmaya ulaşmayı gerektiriyordur.
Bilmiyorum, kimse bilmiyor ama solun tüm dünyada yaşadığı yenilgi yeni kavramlara ihtiyacı olduğunu teyit ediyor.
Biz vatansever olmazsak kapitalizm faşizm için kapıda bekliyor.
Not: Bu yazı yayınlandıktan sonra “değişmeyen tek şey değişimdir” sözünü unutup 200 yıllık dogmalarla lütfen bana saldırmayın. Ayrıca “… ama şunlar eksik” hiç yazmayın çünkü yaklaşık 500 yıllık gelişmeyi basitçe bir blog yazısına sığdırmaya çalıştım.