1886 yılının 26 Şubat’ında Kadıköy Baklatarla’da Rasim Paşa Konağında doğmuş bir Osmanlı kadını Mihri Hanım. Kadıköylüyüm ama sürekli her yerin adını değiştirdikleri için Baklatarla diye bir yeri hiç duymadım.
Google taraması yapınca Kadıköy’de Baklatarla diye bir apartman olduğunu öğrendim ama onun da yerini bulamadım. (Meğerse Saint Joseph Lisesinin karşısındaymış) “Rasim Paşa Konağı” diye arayınca da Yeldeğirmeni civarında Rasim Paşa mahallesini buldum. O bölgede bir Rasim Paşa Camii, bir de Rasim Paşa Gönüllü Evi olduğunu görünce de “köşkün yeri olarak Moda’dan bahsediliyor ama acaba oralarda bir yerlerde midir” diye düşündüm. Bu köşk hâlâ duruyor mudur yoksa yakıp yıkma becerisinden payına düşeni almış mıdır diye iyice meraklandımsa da Kadıköy ve Moda ile ilgili kitaplarım da İstanbul’da kaldığı için ne yerini ne de akıbetini öğrenebildim. Bu konuda Kadıköylü arkadaşlarımın yardımını bekliyor ve Mihri Hanım’a geri dönüyorum.
Mihri Hanım Abaza prensliklerinden bir olan “Achba” soyundan gelmeymiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun Tıbbiye Nazırı olan babası Doktor Rasim Paşa Prens olduğundan o da Achba Prensesi sayılıyormuş. Babası Osmanlının yegâne tıp okulu olan Askeri Tıbbiye’nin de önde gelen hocalarındanmış. Göçmeni olduğu ülkenin bakanı, en üst düzey okulunun hocası ve de paşası olan bu doktor bir anatomistmiş ama müzikten ve resimden de iyi anlarmış. Kızını da sanatla iç içe büyütmüş. Mihri Hanım’ın annesi de bir Abaza’ymış, teyzesi Enise Hanım’ın kızı da Hale Asaf’mış. Hale Asaf da tıpkı Mihri Hanım gibi Osmanlı’nın dünya çapında tanınan ilk kadın ressamlarındanmış.
Mihri Hanım bir Batılı gibi eğitilmiş. Edebiyat, müzik ve resim eğitimi almış. Saraya rahatlıkla girer çıkarmış çünkü Sultan Abdülmecid’in annesi olan Bezm-i Alem Sultan, Mihri Hanım’ın büyük halası, Abdülmecid’in karısı olan Verdicenan Hanım da Rasim Paşa’nın kardeşi yani Mihri hanımın öz halasıymış. Sarayda Şehzade Selim Efendi’nin eşi olan ressam Eflakyar Hanım’la iyi dostmuş. Her ikisi de birer resim yapıp Sultan’a sunmuşlar. Sultan bu resimleri çok beğenmiş ve ödül olarak saray ressamı olan İtalyan Fausto Zonaro’dan ders almasını sağlamış.
Prenses Mihri, Ressam Zonaro’un Beşiktaş Akaretler’deki atölyesinde resim çalıştığı günler karşı yakadaki evine dönmez yakınlardaki akrabalarında ve aile dostlarında konaklarmış. Bu eğitim 2 yıl sürmüş ve daha 17 yaşındayken İstanbul’a gelen bir Akrobat grubunun peşine takılıp (grubun müzik şefine gönlünü kaptırıp) Roma’ya göçmüş. Bu İtalya’ya göç meselesi, ailesi sanat eğitimine yolladı şeklinde lanse edilmeye çalışılmışsa da pek inandırıcı olmamış. Osmanlının çöküş dönemine denk gelen bir süreçte gerçekleştiği kaçışı için Mihri, nüfuzunu kullanarak dönemin Fransız elçinin eşi olan Bayan Barrer’den yardım istemiş. Barrer ona sahte bir Fransız pasaportu sağlamış. O pasaport sayesinde Galata’dan bindiği İtalyan gemisi ile İtalya’ya gitmiş. Bir süre Barrer’in evinde kalmış ama Roma’da tutunamamış. Kısa süre sonra Paris’e geçmiş ve Montparnasse’da yaptığı portreleri satarak geçinmeye başlamış. Paris’te adet olduğu üzere evinin odalarını öğrencilere kiralıyormuş. Sorbonne Üniversitesinde politika okuyan Müşfik Bey önce kiracısı sonra da eşi olmuş.
Balkan savaşındaki büyük yenilginin ardından Paris’e gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomi Bakanı Cavit Bey’le tanıştırılmış. Cavit Bey, Eğitim Bakanı’na bir telgraf çekerek Mihri Hanım’ın İstanbul Kız Sanat Okuluna sanat öğretmeni olarak atanmasını önermiş. Babası da bakan olduğuna göre Eğitim Bakanı’na Mihri Hanım’ı neden babası önermemiş, kaçışı yüzünden araları hâlâ mı açıkmış yoksa babası Cavit Bey’e “hazır Paris’e gitmişken bizim kızı sana iş buldum vaadiyle kandır getir” diye rica mı etmiş, yoksa Mihri Hanım’ın kocası Müşfik Bey ülkeye dönmek istiyormuş da, nüfuzlu Cavit Bey’e “bizim hanıma bir iş bulsak da yurda dönsek” diye ricacı mı olmuş türünden kafamdan tümüyle hayali bir yığın senaryo yazdımsa da işin aslını öğrenemedim. Nedeni her ne olursa olsun, Mihri Hanım dönemin sanat baş şehrindeki çağın ünlü sanatçıları ile iç içe süren yaşamını bırakmış ve kaçarak çıktığı İstanbul’a geri dönmüş. 1914 yılında kurulan İnas Sanayi-i Nefize Mektebine yani Güzel Sanatlar Kız Okuluna hem hoca ve hem de müdür olmuş.
Bana kalırsa bu makamı sadece eğitimi ve sanatı ile hak etmemiş, gencecik yaşından itibaren “bugünlerde hep eşitlik ve adaletten söz ediliyor ama aslında hep yapılanlar erkekler için. Hani kızlar için sanat okulu?” türünden söylemleri ile de hak etmiş.
Kızlar için sanat okulu kurulmuş kurulmasına ama tutucuların hedefi olması da gecikmemiş. Sanat okulunda canlı model kullanımı büyük sorunlardan biriymiş. Özellikle de kızların erkek modelle çalışması kabullenilemediğinden öğrencilerini antik erkek heykelleri ile çalıştırıyor, o bile eleştirilince “merak etmeyin, taşların beline peştamal bağlıyoruz” diye dalga geçiyormuş. Bülent Ecevit’in annesi Nazlı Ecevit de bu okulun, dolayısıyla Mihri Hanım’ın ilk öğrencilerindenmiş. (Öncü kadın ressamlarımızdan bir diğeri olan Nazım Hikmet’in annesi Celile Hikmet de Mihri Hanım gibi Fausto Zonaro’nun öğrencisiymiş.)
Mihri Hanım’ın dostları arasında yeni edebiyat (Edebiyat-ı Cedide) akımının temsilcilerinden Tevfik Fikret de varmış. Osmanlı aydınlarının Fransız sanatının yoğun etkisi altında olduğu o dönemde Tevfik Fikret’in Aşiyan’daki evi belli bir süre Mihri Hanım’ın da atölyesi olmuş. Fikret ölünce yüzünün alçıyla kalıbını çıkaran da Mihri Hanım olmuş. Fransa’nın o günlerdeki sanat akımlarından biri olan renk sembolizmi de Halit Ziya Uşaklıgil’in “Mai ve Siyah” romanında olduğu gibi onun bazı tablolarındaki mavi siyah birlikteliğiyle somutlaşmış. Ünlü kadınların portrelerini ustalıkla yaptığı gibi sıradan kadınların resimlerinde de çok başarılıymış.
İstanbul’da sanatıyla ünlenen öncü bir kadın olarak yaşamı zorlu bir ortamda sürüyormuş. Bir zaman sonra, artık bakan bile olmayan Cavit Bey, yakın arkadaşı gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın aracılığıyla Mihri Hanım’ı davranışlarına dikkat etmesi yolunda uyarmış. Bu uyarının nedeni özgür davranışları olduğu kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile olan sıkı fıkılığıymış. (Selanik doğumlu bir Yahudi olan ve Osmanlı’nın aktif bir politikacısı olan Cavit Bey’in adı Ermenilerin yerlerinden yurtlarından sürülme olayının düzenleyicisi olarak da geçiyormuş. Cavit Bey Cumhuriyetten sonra Atatürk’e suikast düzenleme suçundan 1926’da 50 yaşındayken asılarak öldürülmüş.)
Cavit Bey’in de uyarısıyla hakkında cadı kazanları kaynadığını iyice fark eden, eşinin ailesi ile de dünya görüşü farklılığı artık su yüzüne çıkan Mihri hanım 1922’de yani 36 yaşındayken yeniden İtalya’nın yolunu tutmuş. 1923’de Müşfik Bey’den boşanmış ve İtalyan ressamlarına karışmış. Mussolini yanlısı bir faşist olan İtalyan ressam sevgilisinin bağlantıları sayesinde pek çok ünlünün resmini yapmış. Hatta Papa 15. Benedict’in portresini de yapmış. Bu resim Hristiyan olmayan biri tarafından yapılan ilk Papa resmiymiş ve bir süre Vatikan’da sergilendiyse de sonradan ortadan kaybolmuş. Sevgilisinin arkasından kendisini “odalık” diye andığını geç fark etmiş. İtalya’da da şöhretli bir sanatçı olmuş ama adının Osmanlı ve harem çağrışımlarıyla anılmasından da çok bunalmış.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’ye dönmüş. Atatürk’ün boydan bir portresini yapıp bizzat takdim etmiş. Bu, Atatürk’ün yapılan ilk portresiymiş. Atatürk “kendisini benim resmimi yaptığı için değil, benden bile devrimci olduğu için çok takdir ediyorum çünkü o devrime benden daha önce başlamış” demiş. Ancak genç Türkiye Cumhuriyeti’nde de rahat edememiş olmalı ki ömrünün sonrası Roma, Paris, New York seyahatleri ile geçmiş. 1928’de New York’ da Maziroff Galeri’de kişisel sergi açan ilk Türk ressam olmuş. Sonraki bütün ömrü de New York’ta geçmiş.
Kan tükürüp, kızılcık şerbeti içtim deyişi Çerkeslere çok uyar. Çerkes Mihri Hanım da buna iyi bir örnek. Örneğin New York’ta yaşarken Amerika’ya gelen yazar Ahmet Emin Yalman’ı yemeğe davet etmiş. Ahmet Emin bu daveti çok ayrıntılı bir biçimde kitabında yazmış. “Fakir bir sanatçı apartmanına gittiğimi sanırken en sosyetesinden bir davetle karşılaştım” diyerek ağırlanışındaki şaşaayı anlatmış. Oysa Mihri Hanım’ın onu davet ettiği ev, portresini yaptığı bir zenginin eviymiş. New York’ta yaşarken ünlülerin portresini yapması, dergi kapaklarını resimlemesi, zenginlerin çocuklarına resim dersleri vermesi gibi mesleğiyle ilintili birçok iş geçinmesine yetmemiş olmalı ki başka işlerde de çalışmış.
Yeğeni Hale Asaf’a “Ressamlıktan vazgeç. Bu işten para kazanılmıyor. Ne yapacaksın, resimlerini mi yiyeceksin? Bak benim durumuma da anla. Neler çektiğimi bir ben bilirim bir de Allah bilir” gibisinden mektuplar yazmış. 1954 yılında 68 yaşındayken New York’ta yoksulluk içinde ölmüş ve kimsesizler mezarlığına gömülmüş (Potter’s Field, Hart Island, New York).
Yıllar sonra ünlü yönetmen Halit Refiğ onun hayatını film yapmak istemiş. Mihri Hanım’ı Türkan Şoray oynayacakmış ama o film yapılamamış. Taha Toros, 1988 yılında yayınlanan “İlk Kadın Ressamlarımız” kitabında Mihri Müşfik Hanım’ın sanatını tanıtmanın yanı sıra özel mektuplarını da yayınlamış. Ressam Nilgün Sarp 2011 yılında “Bir Osmanlı Prensesi Ressam Mihri Müşfik” adıyla hakkında ayrıntılı bir kitap yazmış. 2017 yılında Google “131. Doğum gününde Mihri Müşfik Hanım” diye “Doodle” yaparak onu dünyaya yeniden tanıtmış. 2019 yılında Salt Galata’da “Türk resminin Marjinal Prensesi Mihri Müşfik Hanım” adıyla bir sergi düzenlenmiş.
Orta boylu, açık kestane renkli saçlı, yeşil gözlü güzel bir kadın olarak tarif edilen, oto portresini de yapmış, İbrahim Çallı gibi ressamlara modellik de yapmış olan Mihri Hanı’mın Türkiye’de 32, İtalya’da 36, Fransa da 23, Amerika’da 60’dan fazla eseri bulunmaktaymış.
İtiraf etmeliyim ki, Selim İleri’nin “Yaşadığım İstanbul” kitabını okuyan bir arkadaşım iş edinip orada Mihri Hanım hakkında yazılanları haber vermese, öncü ve feminist kadınlara özel ilgi duyan bir kadın olarak, üstelik de ömrü Kadıköy’de geçmiş bir Abaza olarak, benim Mihri Hanım’ın varlığından bile haberim olmayacaktı.
İyi ki kitap okuyan ve sanat seven dostlarım var. Arkadaşım Yasemin sayesinde tanıdığım bu ayrıksı kadın, sanat, sanat tarihi ve genel olarak tarih konusundaki cahilliğimi de gözüme soktu. Müslüman (!) Osmanlı Sarayının resim sanatına yaklaşımını da, saray ressamı Fausto Zonaro’yu da anca öğrendim. Umarım bu konularda biraz daha bilgi sahibi olmanın bir yolunu geç de olsa bulurum. Aksi takdirde öz evladı olduğum Türkiye Cumhuriyeti’nin köken aldığı, “beğenmediği için Osmanlı geçmişini yok sayma” yaklaşımının bir parçası olma utancım da son bulmayacak.
Çünkü konu ne olursa olsun yok saymak, yok sayılanı yok etmiyor ama yok sayanı yok ediyor.