Matik kelimesinin kökenine bakıldığında Fransızca “automate” sözcüğünden dilimize geçtiğini görüyoruz. Kendi iradesiyle hareket eden varlık veya bunu taklit eden makine anlamına geliyor.
Fransızca “automate” sözcüğü eski Yunanca “autómatos” sözcüğünden türemiştir.
Autós “kendi” ve matós “düşünce, istem, irade” sözcüklerinin bileşiğidir. Eski Yunancada kendi iradeli anlamında kullanılmıştır.
Eski Yunanca sözcük ise Hint-Avrupa ana dilinde yazılı örneği bulunmayan “mn-to” biçiminden evrilmiş. Burada da “akıl, zihin, düşünce yeteneği” anlamında kullanıldığı yazılı kaynaklarda geçiyor.
Kendi tarihimize göz gezdirdiğimiz zaman “otomatik” kelimesi bilinen ilk yazılı kaynak olarak bir İstanbul aşığı olan yazar ve gazeteci Ahmet Rasim tarafından 1899 yılında “Şehir Mektupları” eserinde “otomatik yani makineye merbut (bağlı)” olarak kullanılmıştır.
Kendi iradesiyle hareket eden, akıl, zihin, düşünce yeteneğine vurgu yapan kelime bize gelene kadar olmuş makineye merbut.
Peki mantık?
Onun da açıklamasını olduğu gibi internetten alıp aktarıyorum.
“Mantık ya da eseme, bilginin yapısını inceleyen, doğru ile yanlış arasındaki akıl yürütmenin ayrımını yapan disiplindir, doğru düşüncenin aletidir. Önceleri bir felsefe dalıyken daha sonra kendi başına bir ihtisas alanı olmuştur. Matematik ve bilgisayar biliminin de parçası haline gelmiştir. Bir disiplin olarak Aristoteles tarafından kurulmuştur. Aristoteles’ten etkilenen Farabi tarafından iki kısımda kategorize edilmiştir. (düşünce ve sonuç) İbn-i Sina geçicilik ve içerme arasındaki ilişkiyi geliştirmiştir. Çağdaş zamanlarda Frege, Russell ve Wittgenstein önemli katkılar yapmıştır.”
Mantığın uygulamasına baktığımız zaman şöyle bir ifade ile örneklendirebiliriz: Bütün memeliler çok hücrelidir. İnsan bir memelidir. O zaman tüm insanlar çok hücrelidir.
O zaman tek hücreli gibi davranamayız değil mi?
Bunları bana içinden geçtiğimiz seçim maratonu yazdırıyor. Nasıl böyle “cahilmatik” olduk ve doğru ile yanlışın arasındaki akıl yürütme ayrımını kaybettik, gerçekten idrak etmeye çalışıyorum.
Ama siyaset bilimi hocası Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun 8 yıl önce yaptığı değerlendirmeler bugüne çok güzel ışık tutuyor. Cumhuriyet’te Selin Ongun’la yaptığı söyleşiyi aşağıda paylaşıyorum:
-Seçmenin yüzde 49.5’i AK Parti’ye 2019 yılına kadar devam, dedi. Türkiye hâkim parti sistemine girdi ise ufukta ne var? 20 yıl daha iktidar mı?
-Onu öngörebilmek mümkün değil. Çünkü Türkiye’nin iç ve dış gelişmelerde neyle karşılaşacağını bilmiyoruz. Türkiye’nin çoğulcu bir demokrasiyi sürdürecek bir sosyoekonomik yapıya değişmesi için kent yoksulu sınıfın ağırlığının azalıp iktisaden bağımsız bir orta sınıfın ağırlığının artması gerekli. Bu dönüşüm de kolay ve çabuk olamaz, birkaç kuşak isteyen bir süreç. Şu andaki seçmen bloklaşması içinde en büyük blok kent yoksullarından oluşuyor.
Yani kırdan kente yeni göçen, kırda hiçbir şekilde insan kaynağı geliştirici bir olanağa sahip olmamış, vasıfsız işçi olabilecek ama istihdam da edilmeyen bir kitle. Türkiye’nin en büyük seçmen bloku böyle. Bu aynı zamanda son derece muhafazakâr, dindar, gelenekçi ve milliyetçi, hatta kolayca şoven olabilen bir kitle. Bu bahsetmiş olduğum küme yüzde 40 civarında. Bu gördüğümüz kritik seçmen bloklaşmasının şu andaki en başarılı temsilcisi de AKP. Bu koşullar sürdüğü sürece AKP’nin siyasal geleceği parlak görülüyor. Bunun değişmesi için başka talepleri olan bir seçmen kitlesinin ortaya çıkması gerek.
-Ne gibi mesela?
-Yani mesela hukuk devleti isteyecek. Hukuk devletini kim talep edecektir? Hukuka uygun yönetim yatırım, üretim, ticaret yapan, çek senet alıp veren, uyuşmazlıkları adalet çerçevesinde halletme eğilimli, piyasaya bağlı çalışanlar yani orta sınıf ister.
Türkiye’de ise bir demokrasiyi ve onun değerler sistemini taşıyabilecek büyüklükte ve siyasetten bağımsız bir orta sınıf henüz yok. Orta sınıfımız çok cılız. Türkiye’de alt orta sınıf diyebileceğimiz kitle ise yüzde 20 civarında. Onun talepleri de kolayca susturulabilecek durumda.
-Hâkim parti sistemi rejim tartışmasını da getirir mi?
-Hâkim parti sistemi demokrasinin dışına kolaylıkla çıkabilir. Çıkarsa, hâkim parti hegemonyacı bir parti haline dönüşür. Soğuk Savaş’taki Polonya’da, bugün Rusya’da veya Mısır’da gördüğümüz tür göstermelik muhalefetle, seçimlerle işleyen bir otoriter rejim ortaya çıkabilir.
-AKP hegemonyacı bir parti mi?
-Oraya doğru gidiyor yavaş yavaş. Türkiye de zaten dünyada demokrasi olarak değil melez rejim veya rekabetçi otoriter rejim olarak kabul ediliyor. Bizim gibi kent yoksulu seçmen ağırlıklı seçmen bloklaşması içinde yaşayan ülkelerin genellikle otoriter rejimlere dönüştüğü bir gerçek. Çünkü demokrasiyi sürdüremiyorlar. Bizim sürdürme olanağımız olacak mı; zannetmiyorum. Bunun için koşullar çok verimkâr değil. Güçlü bir orta sınıf ya da İsveç’te olduğu gibi güçlü bir işçi sınıfı ve onların örgütlenmeleri ve duyarlılıkları olmadan demokrasi sürdürülemiyor. Türkiye’deki demokrasinin sosyo-ekonomik tabanı problemli çünkü güçlü bir kent yoksulu, Marksist sosyologların deyimiyle lümpen-proleter bir sınıf siyasete ağırlığını koyuyor. Buna dayanan bir demokrasinin sürdürülebildiğine dair siyaset bilimi araştırmalarında hiçbir kanıta sahip değiliz.
-Bunu söyleyince siz, ‘Bak çobanın oyu benim oyumla bir değil’ zihniyeti diyenler olursa?
-Bunlar bilimsel bulgu. Benim anlattığım, “çobanla benim oyum bir değil” savı değil. Burada kritik olan, seçmen temsilcisinden ne talep edecek, özgürlük, hukuka saygı, temiz siyaset mi? Yoksa iş, kendisinin veya yakınlarının kayrılması, hiç katkı vermeden bazı kamusal yararlar mı? Tabii bu kasten evirip çevirip çarpıtılırsa o ayrı! Söylediğim çok net: M.Ö. 300’lerde Aristo’dan 20 ve 21. yüzyılda Seymour Martin Lipset’e kadar demokrasilerin oluşması için güçlü ve siyasetten bağımsız bir orta sınıf olması gerektiğini ileri sürmüş düşünürler vardır. Bu savların yanlış olmadığı da görülmektedir. Türkiye’de güçlü bir orta sınıf yok, onun yerine kalabalık bir istihdam dışı kent yoksulu tabaka var. Orta sınıfın talebi özgürlük, haklar ve hukuk devletidir. Oysa istihdam dışı kent yoksullarının hukukun kendilerine yaradığını düşündüklerini gösteren bir kanıt da yok, hukuk dışı uygulamalardan olumsuz olarak etkilendikleri, özellikle yolsuzluklardan şikâyetçi olduklarını gösteren kanıt da yok. Hukuk devletinin pahalılığı.
-Neden?
-Çünkü içinde yaşadıkları ortam hukukun içinde değil zaten. İnsan kaynakları gelişimi düzeyi fevkalade düşük bir tabakadan bahsediyoruz. Bu kitlenin hukuk devleti bilgisi de yok, yaşadığı ortamda hukuka uymanın maliyeti de oldukça fazla. Gecekonduda oturan, kayıt dışı ekonomide çalışan, elektrik, su vb. hizmetleri ödeme gücü olmadığı için bunları bedava temin etmeye çalışan geniş kitlelerden söz ediyoruz. Bu tür bir yaşantının hukuk devleti, adalet ve hukuk kurallarına uygun işleyen bir imar, trafik, enerji vb. yasası talep etmek gibi bir lüksü olabilir mi? Hukuk devletinin bir iktisadi getirisi var, kalkınma sağladığını Daron Acemoğlu ve James Robinson kitaplarında ispatlıyorlar.
Ancak, hukuk devleti aynı zamanda pahalı da, kullandığınız elektriğin, suyun, kanalın faturasını ödeyecek, trafik kurallarına uyarak araç kullanacak, imar yasalarına uygun ev yapacaksınız. Bu masraflara katlanmak için profesyonel meslek sahibi olmak ve o düzeyde gelir gerekiyor. Onun için orta sınıfın yaygın olduğu ülkelerde hukuk devleti ve ona dayalı çalışan bir demokrasi yaşıyor ve ekonomi kalkınıyor. Bugün önümüzdeki sorun da bu: Demokrasi olmadan hukuk devleti olmuyor, hukuk devleti olmadan ekonomik kalkınma olmuyor ama Türkiye henüz yarışmacı bir otoriter devlet. O zaman önümüzdeki gündem nasıl gelişecek? Herhalde çok sancılı olacak, hep beraber yaşayıp göreceğiz….”
Namaste…