Kapalıçarşı’nın önemli kapılarından biri hemen Nuruosmaniye Camii’nin arkasında. Biz de geçen hafta anlattığım Day Day Pastanesi’nden Çemberlitaş’a geri dönerken bu kapıyı kullandığımızdan Nuruosmaniye Camii’nin yanından da geçtik. Caminin içerisine girmeye ise vaktimiz olmadı.
Nuruosmaniye 1748-1755 yıllarında inşa edilmiş ve İstanbul’da inşa edilen ilk barok özellikli camiymiş. Mimarları Mustafa Ağa ve Rum asıllı Simeon Kalfa. Caminin adını, Padişah III. Osman ile içerisindeki ışıktan aldığı söyleniyor.
Bu vesileyle anlamakta zorlandığım bir konuyu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Osmanlı, 18.yüzyıl başlarında inşa ettiği camilerde Avrupa’dan gelen bir mimari akımı kendine adapte ederken, 21.yüzyıl Türkiye’si Mimar Sinan’ın eserlerinin betonarme kötü kopyalarında neden ısrar ediyor acaba? Örnek olarak aklıma hemen Çamlıca’ya yapılan dev cami ve seçimlere yetiştirilmeye çalışılan Levent’teki Barbaros Camii geliyor.
Vezirhan Caddesi’nden geçerek Divanyolu’na geri döndüğünüzde İstanbul’un ikonik yapılarından biriyle karşılaşıyorsunuz: Semte ismini veren Çemberlitaş. Doğu Roma İmparatoru Konstantin tarafından 330’da Roma‘daki Apollon tapınağından getirtilen bu sütun 57 Metre yüksekliğinde. Sütunun üstünde ilk zamanlar Apollon’un bir heykeli varken, daha sonra Konstantin bu heykelin yerine kendi heykelini koydurtmuş. Ölümünden sonra da başka imparatorlar bu uygulamayı devam ettirmiş.
1107 yılında sütun şiddetli bir fırtınada yıkılmış ve yeniden yapılmış. Daha sonra, Osmanlı döneminde ilk kez 1470’de onarılmış. Geçirdiği büyük bir yangından sonra, II. Mustafa döneminde altına taş bir kaide yapılan ve ilerde hasar görmemesi için demir çemberlerle sağlamlaştırılan Apollon Sütunu, o günden sonra Çemberlitaş olarak anılmaya başlamış.
Çemberlitaş’ın Beyazıt tarafında ise Gazi Atik Ali Paşa Camii yer alıyor. Atik Ali Paşa II.Beyazıt’ın sadrazamlarındanmış.
Çemberlitaş’tan Sultanahmet yönüne geri döndüğünüzde Divanyolu’nun her iki tarafında da Osmanlı döneminden kalma tarihi eserlerle karşılaşırsınız. Hemen sol köşede meydana bakan ve halen faal olan Çemberlitaş Hamamı’nı geçince, az ileride bir türbe ve haziresinde bir dizi mezar taşı gözünüze çarpar. Divanyolu’na bakan bu türbede Sultan II.Mahmut, Sultan Abdülaziz ve Sultan II.Abdülhamit’in sandukaları yer alır. Haziresinde ise pek çok Osmanlı devlet adamı, şair ve yazarın da mezarı bulunmaktadır. Mezarlardan biri de Ziya Gökalp’e aittir. Burası adeta son dönem Osmanlı devlet mezarlığı gibidir.
Ben küçükken, baba tarafımdan dedem, Babı-ı Ali Caddesi ile Divanyolu’nun kesiştiği yerde olan bu mekanın önünden geçerken durur ve dua ederdi. Bir keresinde aile büyüklerimizden biri burada yatıyor demişti. Kim olduğunu ya söylememişti, ya da ben çok küçük olduğumdan aklımda tutma ihtiyacı hissetmemişim. Kırklı yaşlarımda hazireye girip, kim olabilir diye bakmış, hatta camideki bir din görevlisine mezarların kimlere ait olduğunu sormuştum. Zira üzerlerindeki bilgiler Arap harfleriyle yazılmıştı. Din görevlisi sadece bir miktar Arapça bildiğini, eski Türkçe okuyamadığını söylemiş, bilinen bazı tanınmış kişiler dışında diğer mezarlarda yatanları bilmediğini belirtmişti.
Çemberlitaş’la ilgili bir aile anısını da bu arada anlatayım. Çanakkale’de savaştıktan sonra mütareke döneminde İstanbul’a annesinin evine dönen, o zamanlar 20 yaşında olan dedem bir akşamüstü annesinin hışımla kapıdan girdiğini görmüş. Ekmek almak için fırına giden Zehra Hanım’a Fransız askerleri sataşıp, çarşafını açmaya kalkışmış. Zehra Hanım dedeme dönüp, “burada daha ne duruyorsun Ahmet? Anadolu’ya geç ve milli kuvvetlere katıl!” demiş. Ertesi gün de Çanakkale’den yeni dönmüş olan dedem Teğmen Ahmet Ferit Milli Mücadele’ye katılmak üzere yeniden yollara düşmüş.
II.Abdülhamit’in türbesinin hemen karşısında, Köprülü Kütüphanesi’nin yanından başlayan bir cadde var. Adı Piyerloti. Bu yoldan ilerlediğinizde sağ tarafınızda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) bir süre önce restorasyonunu tamamlayıp ziyarete açtığı Şerefiye Sarnıcı’nın girişini görüyorsunuz.
Sarnıç, Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius tarafından 428-443 tarihleri arasında Bozdoğan Kemeri ile birlikte inşa edilmiş. Belgrat Ormanı’ndan getirilen su, burada depolanırmış. İBB bu mekanda şimdi iki ışıklı gösteri sunuyor. Gösteriler Şerefiye Sarnıcı’nın ve İstanbul sularının tarihiyle ilgili. Yolu düşen herkese tavsiye ederim.
Bu semtin benim için önemi, ailemin bir ucunun bu mahalleye dayanması. Dedemin babası, Dr. Hüseyin Bey’in evi burada, Sarnıc’ın hemen yakınındaki Dizdariye Medresesi Sokağı’nın köşesindeymiş.
Babam da 5 Aralık 1933’te çıkan, bugünkü Sultanahmet Four Seasons Oteli’nin bulunduğu adada yer alan İstanbul Adliyesi’nin yangınını anlatırken, gece uyandığında yangın nedeniyle gökyüzünün gündüz gibi aydınlanmış olduğunu anlatırdı. O zamanlar sekiz yaşındaymış.
Bu vesileyle Four Seasons Oteli’nden de kısaca bahsetmek lazım. Bina, yanan adliyenin yanında cezaevi olarak hizmet verirmiş. Babam avukatlığının ilk dönemlerinde, müvekkillerini ziyaret etmek için gittiğinde, bazı sabahlar avluda kurulmuş olan darağaçlarında idam edilmiş mahkumların cesetleri sallanırmış.
Daha sonra, 1990’lı yıllarda çalıştığım şirket, cezaevini restore edip otele dönüştürürken, halen de korunmakta olan koğuş duvarlarında mahkumların kazıdığı yazılar olduğunu görmüştüm. Binanın altında ise Doğu Roma kalıntıları bulunmakta. Galiba senato binası… Otelin mutfağının ortasından da koruma altına alınmış bir antik duvar geçmekte.
Şerefiye Sarnıcı’nın yakınında, şimdiki girişi İmran Öktem Caddesi’nden olan Binbirdirek Sarnıcı var. IV. yüzyılda IV.Konstantin tarafından yapıldığı tahmin edilen bu sarnıç, Yerebatan’dan sonra İstanbul’un ikinci büyük sarnıcıymış. Klodfarer Caddesi’nden olan üst girişi bu aralar pek kullanılmıyor.
Ancak, sarnıç bundan bir süre önce, kim bilir kaç yıllığına, bir özel kuruma devredilmiş. O da zemini betonla kaplayıp konser, defile, düğün, yemekli davetler vb. aktiviteler için hizmet verecek bir mekana dönüştürmüş. O nedenle de, orijinalliği büyük oranda kaybolmuş. Üzüntü veren bir görüntüsü var. Umarım günün birinde doğal haline dönüştürülür.
Binbirdirek Sarnıcı’ndan sonra tekrar Divanyolu’na çıkıp Ayasofya’ya doğru yürümeye başladık. Sol tarafta zamanında dedem ve babamın avukat yazıhanesinin bulunduğu Orhan Tahsin Bey Han’ın önünden geçerken bir an çocukluk hatıralarım canlandı. İstanbul’un ilk kadın hastalıkları uzmanı olan Dr. Orhan Tahsin Bey’in ismi bu hana neden verilmiş bilmiyorum ama dedem ve babamın yazıhanesinin bulunduğu bina çocukluğumda Celal Bey isimli bir emekli oramirale aitti. Emekli olduktan sonra hukuk fakültesini bitirmiş olan Celal Bey ve eşi Enise Hanım babaannem ve dedemin yakın arkadaşıydılar. Kandilli’de oldukça etkileyici bir yalıda otururlardı.
Celal Bey’in, içerisinde kocaman bir akvaryumu olan yazıhanesi, babam ve dedemin bulunduğu kattaydı ve ben her gittiğimde odasına balıkları görmeye giderdim. Çok sert mizaçlı olduğu bakışlarından bile anlaşılan Celal Bey bana karşı ise son derece sevecendi.
Hanla ilgili tatsız bir anım da var. Sanırım 10-12 yaşlarındaydım. Bir gün dedem ve babamı ziyarete gittiğimde camdan dışarı bakarken adliyenin önünde iki kişi bir adama tabancayla ateş etmeye başladılar. Adam önce binanın duvarına yaslandı, sonra kayarak oturur pozisyona geldi ve orada öldü. Katiller de koşarak kaçtılar. Hayatımda gördüğüm ilk ve umarım son cinayettir.
Divanyolu’nun sonuna ulaştığımızda karşımızda Ayasofya tüm haşmetiyle bize bakıyordu. Önünde de namazın bitmesini bekleyenlerin oluşturduğu uzun bir ziyaretçi kuyruğu vardı. O nedenle içeri girmeyi düşünmedik. Zaten artık kapılarından parçalar koparılarak yenilen bu ulvi mekanın hayalimde hep müze haliyle kalmasını da tercih ediyorum.
Ancak o an, Fatih Sultan Mehmet’in Ayasofya’yı camiye dönüştürtürken estetiğe çok önem vermiş olduğunu düşündüm. Endülüs’te İspanyolların Kordoba Camii’ni katedrale dönüştürürken nasıl deforme ettiklerini anımsayınca Rönesans döneminin büyük devlet adamı Fatih’i saygıyla anmamak mümkün değil.
Ayasofya’nın ihtişamına bakarken genellikle gözden kaçan bir yer vardır; Milyon Taşı. Milyon Taşı Divanyolu’nun bitiminde, Alemdar Caddesi’ne dönerken, Yerebatan Sarnıcı’nın hemen kenarındadır ve genellikle göze batmaz, yanından geçilir gidilir.
Doğu Roma döneminde, İstanbul, başkent olarak, bölgenin en büyük ve ihtişamlı kentiymiş. Yunancada da sadece ‘Şehir’ olarak anılırmış. Zira tüm imparatorlukta rekabet edecek başka bir kent yokmuş. Zaten kentin bugün kullandığımız ismi İstanbul Yunanca ‘Stin Poli’ yani ‘şehre’ anlamına geliyor. Başkente gitmek için yola çıkanlara yol boyunca ‘hey yolcu nereye gidiyorsun’ diye sorulduğunda ‘stin poli’ derlermiş. Dolayısıyla neden kente Konstantinopolis dendiğinde kızarız da İstanbul denince tepki vermeyiz anlamıyorum. Osmanlı’da da kentin Konstantiniye olarak da isimlendirildiğini unutmamalıyız.
İşte Milyon Taşı, bölgenin en büyük kentinden Doğu Roma’nın diğer kentlerine uzanan yolların başlangıç noktasıymış. Bir anlamda dünyanın merkezi…
Alemdar Caddesi’ne sapıp Yerebatan Sarnıcı’nın kapısına geldik. Bildiğiniz gibi Sarnıç son dönemde İBB tarafından restore edildi, depreme karşı güçlendirildi, yıllardır biriken çamur temizlendi ve ışıklandırması yeniden modern bir anlayışla düzenlendi.
Yerebatan’dan çıktıktan sonra Ayasofya’nın yanındaki sokağa girdik. Burası Caferiye Sokağı. Adı, burada bulunan Caferiye Tekkesi’nden geliyor. Sokağın hemen başında, sol tarafta dedemin ilkokulu var. Benim gençliğimde Yücel Hostel olarak hizmet veren bina, şu anda bir otel ve adı Ottoman Hotel Imperial. Binanın eski görüntüsünden geriye maalesef bir şey kalmamış. Binanın içerisine girip, bilgi alarak dedemin ilkokulu olduğuna emin olabildim.
Caferiye Sokağı’nın diğer ucu Soğuk Çeşme Sokağı’na açılıyor. Bu sokağı yıllar önce, başında Çelik Gülersoy’un olduğu dönemde, Turing Kulübü adeta yeniden yaratmıştı. Tipik Osmanlı evlerinden oluşan tüm sokak Çelik Bey’in sayesinde restore edilmiş ve turizme hizmet verecek butik oteller, restoranlar ve dükkanlarla donanmıştı.
Sırtını Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surlara yaslayan bu evlerin karşısında ise Ayasofya yer alıyor. Soğuk Çeşme Sokağı’nın bir ucu Gülhane Parkı’nın ana kapısına uzanırken, diğer ucu III.Ahmet Çeşmesi ve Topkapı Sarayı’nın ana girişinde son buluyor. Sultanahmet’te yine Gülersoy’un restore ettiği bir de Yeşil Konak var.
Caferiye Sokağı’na girmeyip Alemdar Caddesi’nden Gülhane Parkı’nın ana kapısına doğru yürümeye devam ettiğiniz takdirde ise sol tarafta şık bir bina ile karşılaşırsınız. İlk sahibine atfen Abud Efendi Konağı olarak adlandırılan bu ahşap yapı, benim gençliğimde Amerikan Dersanesi olarak bilinirdi. Konak 19.yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. 1950’li yıllarda Abud Efendi’nin oğlu Ferit Bey tarafından Amerikalılara satılmış.
Bir süre YMCA (Young Men’s Christian Association-Genç Erkeklerin Hıristiyan Birliği) bu binada faaliyet göstermiş. YMCA bir Anglo-Sakson Hrıstiyan misyonerlik teşkilatı. Kadınlar için de kardeş kuruluşu, YWCA var. Cumhuriyet döneminde faaliyetleri kısıtlanmış. Sonunda misyonerlik çalışmalarını sonlandırmak zorunda kalmışlar. Bu durumdan hoşnut olmayan YMCA’nin ABD’deki merkezi de desteğini kesince, bina 1969’da Yücel Kültür Vakfı’na geçmiş. Bir Türk vakfı olan YKV, YMCA ile aynı amblemi kullanmakta! YMCA ve YWCA ile uluslararası ilişkisi devam eden vakıf, halen eğitim bursları, dil kursları, gençler için yurt dışı geziler gibi sosyal içerikli faaliyetler gösteriyor.
Konağın arka bahçesine sonraları bir spor salonu inşa edilmiş. 1970’li yıllarda İstanbul’da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az spor salonu varken, benim de yıldız ve genç takımında basketbol oynadığım İstanbulspor bu salonda antrenmanlarını yapardı. O nedenle binanın o dönemki halini çok iyi hatırlıyorum.
İstanbul’un kalbinde geçirdiğimiz gün, Sirkeci’ye kadar yaptığımız bir yürüyüşle sona erdi. Burada ben ve bir arkadaşım tramvayla Kabataş yönüne hareket ederken, diğer iki arkadaşımdan biri Marmaray’la Erenköy, diğeri Bakırköy yönüne hareket etti. İstanbul’da son yıllarda gelişen toplu taşıma ağı sayesinde artık herkes evine hızla ve rahatlıkla ulaşabiliyor.